28 Şubat 2013 Perşembe

Rochester

Size yaşadığım en güzel tatil deneyimini anlatmaya başlayacağım şimdi. Amerika'da Amerikan rüyasını yaşadığım o muhteşem küçük Amerikan şehri; Rochester.
Rochester, New York eyaletinde bulunan, o filmlerde gördüğünüz müstakil evlerle dolu, bisikletle gezerken her evden tanıdığın fırladığı, her sabah bir çocuğun kapıya gazetenizi fırlattığı bir şehirdir. Rochester, tek bir lisenin bulunduğu ve bu nedenle bütün gençlerin birbirini tanıdığı, her gece bir başkasının evinde yakılan kamp ateşlerinde pişen marshmellowların olduğu, evinizin arka bahçesi orman olduğu için gözünüze sokak kedisi ve sokak köpekleri yerine sokak geyiklerinin çarptığı, garajınıza kokarcaların girdiği bir şehirdir.
Rochester, işte şöyle evlerin olduğu tam bir amerikan kentidir.



Rochester'da arka bahçeler efsanedir, her gece kamp ateşi yakabilirsiniz, bütün arkadaşlarınızı toplayıp evden fazla da uzaklaşmadan o hayalini kurduğunuz hayatı yaşayabilirsiniz. Rochester, şehirde 1 ay kaldıktan sonra hava 10 dereceyken şortla gezmeye başlayacağınız şehirdir, bizim gibi İstanbul insanları için sabahları korna seslerine uyanmak burada asla karşınıza çıkmayacak bir durumdur. Burada kuş cıvıltılarına uyanırsınız, bu şehirde sincaplar camlarınıza yiyeceklerini fırlatırlar, bu şehirde arka bahçeniz böyledir;


Amerikan rüyasını yaşadığınız bu şehirde her cumartesi aile halkı şenlik verir sanki bir sonraki cumartesiyi görmeyeceklermişçesine. Her cumartesi barbekü partileri verilir, bu şehirde kilo almamanız imkansızdır, county bölgesinde yaşamak, yaşamayı geçtim sadece 1 ay geçirmek bile o şehri benimsemenizi sağlar. Oraya gittiğinizde kendinizi yabancı hissetmezsiniz.


Rochester'da benim size önerim her sabah sanki hiç buraya gelmemişsiniz gibi yürüyüşe çıkmanızdır, sanki ilk defa görüyormuşcasına o derelere ve sanki 10 yaşında bir çocuk sims oynuyormuş gibi yerleştirilmiş o evlere ilk defa bakmanızdır. 
Bu şehrin merkezinde sürekli festivaller olur, ziyaretinizi o festivallerden birine denk getirmek için özel olarak uğraşmamış olsanız bile illaki birine rastlarsınız. Rochester'a gidiyorsanız bir diğer önerim de şehrin merkezinde, sokak aralarına kurulmuş beş değişik sahnede sizi bekleyen o konserleri es geçmemenizdir. 
Bu şehirde cold stone'a kendinizi atın, buz biz tablanın üzerinde sizin için karıştırılan o dondurmalardan kesinlikle yiyin. Bu şehirde kesinlikle şehirden biri gibi davranıp seramik boyama evlerine gidin, sevdikleriniz için seramik boyayın, Rochester'dan onlara hatıralar götürün. İnanın o şehirde turist gibi davranmaktan daha sıkıcı olabilecek bir şey düşünemiyorum. 
Rochester kışın görebileceğiniz en güzel soğuğu size yaşatan, yazın da bıktığınız İstanbul sıcaklığından tamamen alakasız derecede serin olan dünyanın en şeker şehirlerinden biridir. Yeryüzünün 5.cenneti diyebilirim burası için.





27 Şubat 2013 Çarşamba

Brugge

Size dünyanın en güzel 3.şehrini anlatmaya başlıyorum şimdi; Brugge.
Brugge çikolatalarıyla, yılbaşı süsleriyle, kanallarıyla, daracık sokaklarıyla ve o muhteşem sosislicileriyle yeryüzünde cennet benim için. Bu şehre kimseler dokunmamış 2.Dünya Savaşından bu yana. Belki de bu yüzden mimarisi bu kadar büyüleyici, eh malum artık insanlar böyle güzel binalar inşa etmiyorlar.
Şehir tamamen kanalların üzerine kurulmuş, üzerine kurulmuş derken apartmanların altından akan kanallar görmek mümkün, gerçekten kanalların üzerine kurulmuş yani. Bakınız böyle;


Bizim arabalarımız var ya hani muhteşem istanbulumuzda, işte bu insanların da tekneleri var. Teknelerle pazarlara gidip, çam ağacı süsleri için alışveriş yapacakları yerlere yine tekneleriyle ulaşıyorlar. Pazarlara o küçük sandallarla gidip, erkekler yine kızları o küçük sandallarla tavlıyorlar. Ama benim için asıl muhteşem olan şey o yılbaşı süslerinin satıldığı kocaman mağazalardı. Zaten günün birinde çam ağacı süsleriyle bozacağım kafayı, benim gibi bi insanı oraya götürmek gerçekten büyük hataydı.



Şehri gezerken suratımdan hiç eksik olmayan o mutluluk ifadesinin bütün sebebi o muhteşem işçilikle yapılmış yılbaşı süsleri ve ömrü hayatınızda başka bir yerde tadına rastlayamayacağınız çikolatalardır. Brugge'de asıl hayran olunacak başka bir nokta ise mimaridir, içinde yaşanan hayatlar olduğuna hala inanmakta zorlandığım evler vardır o şehirde. İstanbulda olsa şimdiye çoktan yerle bir edilmiş olurdu dediğim evler; 


Brugge konusunda anlatılmadan geçilmemesi gerekilen bir diğer nokta da el yapımı çikolatalardır. O şehirde yaşayan ve hala 60 kilo altında olan insanları şehri gezmemin üstünden 2 yıl geçmiş olmasına rağmen hala anlayamadım, benim 2 günde aldığım fazla kiloyu insanlar bir ömürde almıyorlar ya, helal olsun. 
Brugge'de beni kendine çeken başka şeyler vardı, sıcakkanlı insanları vardı bir kere. Zaten bütün camekanları şunlarla donatılmış bir şehrin insanından ne bekleyebilirsin?


Adamlar bir çikolata yapıyorlar, kollarıma kadar kendimi yiyesim geliyor gerçekten. 
Bütün bunların yanında Brugge'de yapılması gereken 3 şey listesine bira içmek, çikolata yapılışını görmek maddelerine ek olarak kanala paralel bulunan sokakta insanı hemen kendisine çeken o sosislicide sosisli yemek maddesini eklemek istiyorum. 
Eminönü iskelesi önündeki sosisliciler sizin için de bir ilah mı? O zaman Brugge'de sosisli yemeden geçmeyin derim. 
Brugge toplam 150bin kişi civarında bir nüfusa sahip, yani hayran hayran etrafı inceleyerek gezerken size kimse çarpmaz, kimsenin acelesi yoktur bu şehirde, kimse bi yere yetişmek uğruna sizi ezip geçmez. Brugge, ölmeden önce görülecek yerler listenizde mutlaka olmalıdır.
Güneş bir başka batar bu şehirde, nehirler bir başkadır. 
Bu şehri gezmek için kesinlikle yaz ayları dışında zamanları öneriyorum. Dünyanın en güzel 3.şehri dediysem, sadece bana göre değil tabiki de. Bütün dünya Brugge'e yazın gelmeyi kendilerine hedef bellemiş, benim tavsiyem havanın biraz daha soğuk olduğu, hatta mümkünse şehrin kar altında olduğu zamanları seçmek buraya gitmek için.


Belçika'ya yolunuz düşerse, gitmeden önce bu şehre kesinlikle uğrayın. Uğramadan dönerseniz de görünmeyin gözüme. Zira ben ömrümde böyle bir şehir, böyle bir şekerlik, böyle bir güzellik görmedim. Beni köyümün derelerinde yıkasınlar dedirten kanalları, tanrının varlığına inandıran çikolataları ve tanrının varlığına inandıktan sonra içince kazığı yiyeceğiniz biralarıyla gerçekten ömrümde gördüğüm en güzel ilk 5 yer sıralamasına 3.lükten girdi. Dünyaya ait değil burası.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Stockholm

Önce bilgi veriyorum arkadaşlar, boku bokuna öğrenmedim ben bunları. Öhm. Stockholm on dört adanın üstüne kurulmuştur.
Buydu işte.
Bi de kültürele geliyorum. Şehirde yaklaşık 70 tane falan müze var, keşfedip 'benim de yaşadığım hayat mı arkadaş yea' diyerek eğlenebileceğiniz BİRKAÇ tane de saray bulunur. Birkaç kelimesine odaklanmayın tabi. Her adım başında saray var.
Şimdi bizim gibi fakir gençliğin ayakkabı eskite eskite yürüyebilceği saray maray değil böyle turistler için para tuzağı oluşturulmuş yerlerin dışında gerçekten Stockholm'de nereler var, oraları anlatacağıms.
Bi kere gündüz günışığıyla falan gidiyim geziyim diyosanız gezmeyin, çünkü kışın günde 6 saat falan aydınlık oluyor burası, o süre zarfında da güneş falan göremezsiniz.
Annemler gibi Ikea köftelerinin hastayısıız yeaaa diye gezinenler için Ikea köftesi teriminin çıktığı yerde, yani İsveç'te, İsveç köftesi yemenizi öneriyorum. 5 6 tane değil 25 26 tane falan yeniliyor ondan. Ikea'daki huysuzlar gibi tabağı kafanıza fırlatanlar da yok tabi. Domuz eti meti de demeyin, tavuk siken bir milletiz; domuz eti mi yemeyeceksiniz yani?
Ben şahsen Stockholm'ün en çok kışa hazırlanmasını sevdim. Yılbaşına, kara, kışa, çam ağaçlarına sapık gibi bir ilgim vardır da.




Şehir merkezinde koccaman ışıklı kule benzeri bir şey yükselmekte. -böyle ciddi cümleler kurunca havalara giriyorum- O kocaman kule benzeri şeye sırtınızı verip düz gidiyorsunuz, ilk sokaktan sağa dönüp gördüğünüz insana soruyorsunuz, 'buralarda bir asya restoranı varmış bilader, orası nerde?'
Şimdi İskandinav ülkelerinden birine gittiniz ama ben çıktım diyorum ki, asya mutfağı. OLM ben hayatımda yurtdışında bir yerde bu kadar enfes yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yani sanırım 8 9 tabak falan yemek yedim. Böyle iki tane açık büfe düşün, birinde pişmemiş envai çeşit et, utanmasalar insan eti de koyacaklarmış, diğerinde de pişmemiş envai çeşit sebze -burda cidden utanmamışlar e-5 kenarında yetişen otları bile sebze diye yemiş olabilirim-. Böyle tabağa tepeleme yapıp götürüyosun etleri sebzeleri, senin için adamlar 5 dakikada ete, sebzeye göre sosunu otunu bokunu koyuyolar sana veriyolar. Alıp yerine gidiyosun, yiyosun, sonra diyosunki olm bidaha ben böyle yemek bulamam, bi tabak daha alayım. 
Allah kitap aşkına Stockholm'e giderseniz o dediğim yeri bulun. Pişman olmazsınız yani. 
Bu da o dediğim kule benzeri şey;



Tabi ben o sırada çok açtım, kusura bakmayın fotoğrafın bok gibi olduğuna, çekmeden geçmeyeyim dedim ama yani. Neyse biraz daha iğrençliği üzerine konuşursam silicem. Hayır ben o restoranı bulabilin diye koydum bunu zaten.
Neyse.
İsveç'e dair söylemek istediğim diğer şeylerden biri de evler; 17.yy evleri kırmızı, 18.yy evleri sarı ve daha yeni binalar kırık beyaz falan burada. Yani eve bakıp artistik yapabiliyorsunuz 'mimarisine göre hmm, bu ev 17.yy'dan kalma.' Çok pis artistlendiğim oldu bu şehirde aynen o cümleyle. Ama olay renklerde bitiyor.
Şehirde görülmesi gereken yerlerden biri de kesinlikle Gamla Stan. Arnavut kaldırımı benzeri sokaklarıyla, o ışıklandırmalarıyla gerçekten Stockholm'e dair özlediğim tek şey -yemekten sonra tabi-.

Buraya dair söylemek istediğim son şey ise parasıyla alakalı. Burada bildiğiniz üzere euro falan kullanılmıyor. Buranın para birimi kron. Ve işin komik tarafı kron cidden bize göre çok düşük olduğundan, şehirdeyken kullanması baya zor. Mcdonalds'a gidiyorsun bi McChicken 67 kron. Oha kanka. Oha.
Hayatımın en değişik tepkilerinden birini Sigtuna'daki bakkalda verdiydim bu kron işi yüzünden. Bi sosisli bi su 17 kron.
İnsan ister istemez kapalı çarşı mantığıyla türk parasıyla falan düşünüyor.
Bi de burda insancıl su bulamazsınız. İsveçlilerin hepsi o Akmina benzeri şeylerden içerler. Normal suyu anca muslukta buldum ben evde kaldığım zamanlarda. O yüzden restoranlarda falan belirtin, insancıl su istediğinizi söyleyin. Yoksa paso geğirmek zorunda kalırsınız.
Stockholm'den bu kadar. Şehirde gezdiğim süre boyunca hava ebesi kadar karanlık olduğu için, daha doğrusu güneş hiç olmadığı için, pek hoş fotoğraflar yok. O gezide yanımda hesap makinası kadar megapiksel bulunduran bi fotoğraf makinası vardı da, ondan böyle.
Gelmeyin üstüme lan tamam:( Tamam bidaha olmaz :( Zaten İsveç maceramdan sonra aldığım fotoğraf makinesiyle bütün avrupayı çektim, bu yazıdan itibaren gittiğim yerlerin fotoğraflarına ben bile aşık olurum. 



Sigtuna

Bu dünya şekeri ülkenin gezisine Sigtuna adını verdikleri dünya şekeri kasabadan başlamak istiyorum. Bulunduğum süre içerisinde güneşi sadece 1 kere gördüm, hayatımda kuramadığım bir düzen kurdum. Akşam 9'da ister istemez uykunuzun geldiği ve sabah 6'da zınk diye ayağa dikildiğiniz bir yer Sigtuna. Havasında falan var bir şeyler sanırım. Anlayabilmiş değilim hala. Kasımda gittim ben Sigtuna'ya. Takdir edersiniz ki biraz soğuk. Bizim gibi akdeniz ülkesi diye tabir edilen ülkelerin birinde yaşayanlar için soğuk cehennem denilebilir. Millet okulda askılıyla takılırken montla titredim, çene kemiklerimi kırdım, gözyaşlarımı ve grip olduğumu da gözünde bulundurarak bütüm sümüklerimi içime akıttım resmen.
Bütün bunlara rağmen Sigtuna, unutulmaz bi yerdi benim için.




Anca Sims'te görebileceğim evleri vardı İsveç halkının. Koccaman bir Ikea showroomu resmen. Şahsen beton bloklar arasında, Bağdat Caddesin'de, Kadıköy'de büyümüş ben ve benim gibi insanlar için Sigtuna sessizlikten, medeniyetten yaşanmaz bir yer.
Bulunduğum yolun tam karşısında olan yere gitmek için çektiklerimi sanırım bi ben bilirim orda. Malum yanınızda İsveç'li medeni tipler olunca, 1 km yürümek zorunda kalsanız bile trafik ışığı arıyorsunuz. Yolda araba yok anasını satayım, ama hayır. Trafik ışıklarımız olmadan asla.
Orada yaşadığım en ilginç diyalog ülkenin nüfusundan şikayet eden amcayla yaşadığım diyalogdu. 'Yea bu ülke çok kalabalık, 8 milyon kişi yaşıyor ülkede' dedi amca. Baktım 'Amca sen ne diyon bizim sırf Bakırköy'de o kadar adam var' dedim. Anlamadı tabi. Herif ömründe İstiklal Caddesini mi görmüş? Kasabanın en işlek caddesi geliyor şimdi;






Bir İstiklal değil tabi. O solda gördüğünüz turist bilgi bilmemne noktası, oraya girip bütün kasabayı kokutan tarçınlı kurabiyemsi şeylerden yiyebilirsiniz. Tarçını sahlep üstünde pek sevmiyor olmama rağmen o kurabiyelere başka bir şey katmışlar, efsane lezzetli über güzel bi şey yapmışlar. 
Sevdiğim ve ilgimi çeken şeylerin hiç normal olmayışına bağlıyorum bunu ama orada en beğendiğim şeylerden biri mezarlıklardı. Öleyim, beni de buraya gömün dedim içimden. 


Kasabamızın yaş ortalaması 186, onu bi belirteyim. Şehir komple eski zamanlardan kalma o yağdanlık benzeri, aklıma Harry Potter ve Felsefe Taşı'ndaki kütüphane sahnesini getiren ışıldaklarla dolu. Allam tanrım evime alıcam desem, bizim buralarda durmaz öyle şeyler. Bu yerle özdeşleştiler benim için. Geceleri öyle bir yanıyorlarki sabah farketmesi zor olan o ışıldaklar bomboş yollarda ciddi göze çarpıyor. Eğer benim gibi hayalet kasaba benzeri yerlerde hoşlananlarınız varsa SALDIRIN. 
Bi de benim gittiğim zaman cadılar bayramına denk gelmişti. Onunla da bi alakası olabilir ama çaktırmayın lan işte. Oranın güzelliği bu diyip geçelim.


Bu kasaba ile Malmo birbirine yakın mesafede. Bir tren kadar. Tren dedim diye insanların aklına bizim Göztepe istasyonundan binip Kartal'da indiğimiz trenler gelmesin tabiki, o trenle ben dünyayı bile dolaşırım. Bi kere ayakta insan yoktu, boş koltuk vardı. Alışık olduğum şeyler değil bunlar. Ülkede 8 milyon insan yaşıyor lan, NASIL BOŞ YER OLUR DEĞİL Mİ AMA? 
Buradan sonraki durak Malmo olsun bizim için. 
Malmo'nun en eski bölgeleri baya baya 14.yüzyıla falan uzanıyor. Küçük tahta evler falan, dediğim gibi tamamen Sims mahallesi. Buralarda alışveriş yapılacak ve zevkle oturup kahve içilebilecek yerler var tabiki. Yürümeyi seven insanlara açık bir Lilla Torg ve yazılışını Google'dan kopyaladığım, yazmakla hayatta uğraşamayacağım Möllenvangstorget var. O a harfinin üstünde bi de 'o' var ama. Ona göre. 
Batı Limanı tarafında suni kumlu bir sahili var Malmo'nun. Uzun bi yürüme yolu çarpar gözünüze sol tarafta, bi de burada isveçlilerin gözdesi açık bi yüzme havuzu var, hayır yani ağustos ortasında bile taş çatlasa 25 derece olan bir şehirde açık havuza nasıl girersin? HELAL ABİLER ABLALAR. 
Malmo'nun dünya rahatı trenlerinden birine binip Stockholm'e gitmek benim şimdi evden çıkıp bakkala gitmem gibi bi şey, şehir değiştirmek denemez ona yani. Biz semtleri bile 4 saatte değiştiriyoruz ya, o açıdan. 
Evet, ülkenin bir sonraki durağı Stockholm. 

5 Şubat 2013 Salı

Lüksemburg

İstanbuldan küçük bir ülke Lüksemburg. Medeniyet ve huzur akıyor her yerden. Yaşayamam ben orda. Bizim gibi İstanbula alışmış bir jenerasyon; içinde 500 bin insancığın olduğu bir ÜLKEDE yapamaz. Ülke acayip küçük, otobüste her daim oturucak yer bulabilirsin, bizim İstanbul'daki Ünalan Mahallesine giden 14b'ye benzemez buranın otobüsleri, otobüs şöförlerinin takım elbiseli olduğunu ve benden iyi ingilizce bildiklerini de söylemeden geçemeyeceğim.
Bir diğer gerçek ise orayı görene kadar ömrümde orman görmemiş olduğum gerçeği, bunu anladım ben. Yeşilden bol hiçbir şey yok. Koskocaman köprüsü, köprünün aşağısındaki ve özellikle geceleri Lothlorien ormanını andıran o yeşillik - bi saniye ağlıyorum- gerçekten görülmeye değer.






80 yaşından sonra artık ‘sadece’ huzur istemeye başlarsam taşınacağım yerdir Lüksemburg. Kişi başına düşen milli gelir 10 kuruşları toplayıp minibüse binmeye alışmış Türk gençliğinin biraz gözlerini yuvalarından fırlatacak cinsten ama bizim odaklandığımız nokta şehir, oraya geri dönelim. 
Şu gördüğünüz köprüye sırtınızı verip fotoğraf yönünde sağ tarafa doğru gitmeye başlarsanız muhtemelen evinizin arka bahçesinden daha tenha ama enteresan biçimde sıcak olan şehir meydanına ulaşacaksınız. İçerde ve dışarda hiç farketmez, oturacak yer bulmak mümkün. Limitsizsiniz yemeye alıştığım Pizza Hut'da ömrümün en efsane lazanyasını yedim, yolunuz oraya düşerse Pizza Hut'da lazanya yemeden geçmeyin, ve boyu 2 metreye ulaşmış transeksüellerin size Bursa çocuğuyuz bieeez diyenlerden 8bin kat daha sıcak davranmasını garipsemeyin. 

Temmuzun ortasında gittiğim Lüksemburg, temmuzun ortası olmasına rağmen tabiri caize göt donduran bir havaya sahip. Öyle avrupada geziyorum dur yanıma etek alayım dur bi de elbise olsun şort olsun demeyin. Zatürre olur dönersiniz, zaten gezmeye gelmişseniz ve her hafta sonu özel jetinizle yazı tura atarak bari bu sefer de şu ülkeye gideyim deme şansınız yoksa önemli olan yeni kültürler tanımak gençler. 
Yine konudan saptım, şimdi de çok utanmama rağmen Lüksemburg'un aslında bi şehirden oluşan bir ülke olduğunu sandığım yanılgısının doğrusunu anlatacağım. Biliyorum, herkes öyle sanar. Lüksemburg lan işte, şehri ülke yapmışlar. ÖYLE DEĞİL HACI. O Konya'nın yarısı büyüklüğünde ülkede 3 şehir, 12 kanton, 16 komün var, NOOLDU? 
Belki biz gece 12den sonra İstiklal Caddesinde yürüyebilmiş insanlar olduğumuz için buna tehlike demeyiz, ama Lüksemburg'un da kendine has bir 'tehlikeli bölgesi' var. Turistlere önerilen, tren garının olduğu bu bölgeye hava karardıktan sonra girmemeleri. 





Neremle gülsem bilemedim hesabı, içinde 500bin insanın yaşadığı bir ülkede şimdi liseyi Fikirtepe'de okumuş ve başına bela almamış bir insan olarak benim başıma ne gelebilir diye düşünmedim değil, ama yine de gitmedim. Oranın polisi de bizimkine pek benzemiyor, biz biber gazlarına çok alışmış olsak da bünyemin daha fazla polis müdahale yöntemini görmek istediğini sanmıyorum. 
Lüksemburg'u gidin görün, pahalı bir ülke, para harcayacak şey yok. Kraliyet ailesinde 4 adet bekar prens var, belki yolda karşılaşırsınız. 
Temiz havasıyla insanı çarpan, otobüsleriyle şaşırtan, fiziken donsa da avrupa insanı soğuktur yea yargısını kıran bir ülke Lüksemburg.



Tüm Dünya Dillerinde Merhaba Deniz

Uzun zamandır yapmak istediğim, belki de birazcık hayallerimin gerçekleşeceğine olan inancımı kuvvetlendiren bir blog sayfası. adece dönüp okuduğumda ne kadar çok eğlendiğimi, ne kadar çok öğrendiğimi bana göstermesini diliyorum. Tumblr'dan uzaklaşıp, belki de birazcık yalnız kalabilmek için buraya geliyorum.
İşin duygusal yanını es geçiyorum, bu adrese yolu düşen insanlara bir açıklama getiriyorum; bu blog benim gerek Türkiye'de gerek gezegenin saçma sapan yerlerinde olan anılarımdan oluşacaktır. Blogu yeni açtığım için bir süre boyunca gittiğim, gezdiğim yerleri döktüğüm kağıtlardan buraya geçireceğim. O koskoca defterden buraya geçirecek çok fazla hatıra, çok fazla nerede ne yenir, çok fazla nerede neye OHA dedim cümleleri var.
İyi eğlenceler!