9 Kasım 2014 Pazar

Tromsø

Kalbimi bu ufacık şehirde bıraktım betonarme İstanbul'a döndüm ya depresyonlardan depresyon beğenemiyorum gerçekten.
Öncelikle Norveç ile alakalı söylemek istediğim bazı şeyler var, sonra işin Tromso kısmına geleceğim. Bu güzel, soğuk, sarışın memleket ÇOK PAHALI. İnanılmaz pahalı. Öyle böyle pahalı değil. Senin benim gibi çaya 1 lira vermeye alışmış insanlar Norveç'e gidip iki çay alalım abi biz dediğinde 'Sure, 40 krones' cevabını alınca bi sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Yani demem o ki Norveç'e gidecekseniz, sağlam bi para ayırmanızı tavsiye ederim, yoksa bizim gibi çubuk kraker yersiniz, nitekim o da 50 kron falan. Ayrıca ülke nüfusu 5 milyon. Düşünün yani bizim Bakırköy'de 8 milyon insan var. 
Tromso, kutup dairesi içinde yer alan, dünyanın en kuzeyinde bulunan şehirlerden biri. Aslında dünyanın en kuzeyinde bulunan ve gidip gezmekten keyif alacağınız tek şehir diyebilirim. Çünkü artık oradan daha kuzeyde araştırma yerlerinden başka pek bir şey yok. Ne kadar kuzeyde olduğunu şöyle anlatayım; dünya kar rekorunu geçen senelerde 240 cm ile kırmışlar. Sanırsam Alaska'nın en kuzeyindeki nokta, Tromso'dan daha güneyde kalıyor gibi bir şey de okumuştum ama tam emin değilim.


Ölmeden önce yapılacaklar listemin ilk sırasında kabak gibi bir TROMSO'YA GİT, KUZEY IŞIKLARINI GÖR maddesi bulunmaktaydı. Ben de yaklaşık 1 sene önceden bu tatili planlamaya başladım. 4 günün fazlasıyla yeteceğini düşündüm, gitmeyi düşünürseniz sanırım 4 gün size de yeter. 
Otel konusuna gelirsek; ufacık bir şehir olmasına rağmen çok fazla otel var Tromso'da. Ben Amalie diye bir otelde kaldım ki kesinlikle öneriyorum, Tromso standartlarına göre ucuz, şehrin tam ortasında ve sokakta 40 kron olan çay burada beleş. Kısaca her tuvalete gitmek istediğinizde ya da gel bi çay sigara yapalım dediğinizde küçük otelinize dönebiliyorsunuz.
Asıl benim bu yazıyı yazma amacıma gelirsek, evet Tromso'da ne yaptık, nereye gittik, en ucuza ne yedik?
Her şeyden önce biz -ben ve Fatih- gittiğimiz şehrin nüfusunun 60 bin olması karşısında bi 'öeh yani nasıl lan ne kadar küçük ki burası?' diyerek şehre tepeden bakmak istedik ve Tromsdalen denilen, Tromso'nun yerlisinin yaşadığı bizim anadolu yakası gibi sayabileceğimiz yakaya geçtik, 10 dakika falan sürmedi ama yani, bi boğaz trafiği değil. (Ha bu arada otobüs..... Şimdi otobüse kişi başı 90 kron veriyorsunuz, evlat acısı gibi oturuyor içinize ama 1 saat boyunca o biletle tekrar tekrar para vermeden otobüsü kullanmanız mümkün.) Tromsdalen tarafında sizi Tromso'nun dağlarına, 250 metreye çıkaran bir teleferik var, ve orada hava daha sıcak dolayısıyla GİDİN!



Fjellheisen adı verilen bu teleferik gerçekten baya güzel bir görüntü sunuyor insana, ilk fotoğrafı oradan çektim mesela. Ayrıca yukarıda yürüyüş alanı, teras, cafe de var. İsterseniz saatlerce orada kalıp herhangi bir seferle aşağı inebiliyorsunuz. Dünyanın en kuzeyinde dağda azıcık eğleniyim diyenleri düşünerek salıncak bile koymuşlar.
Buraya çıkmadan önce insanlar nerelerde yaşıyor diye bi bakınalım dedik, evlerin hepsi müstakil, hepsi güzel, hepsinin arkasında trambolin benim gözlerde de yaşlar.... Sokaklar güzel, her yer ağaç. Gerçekten Kuzeyin Paris'i adını hakeden bir yer. Yani, şu şehre bi bakar mısınız?




Fjellheisen'den aşağı dönünce, yürüyerek Arktik Katedral'e gittik biz. Burası 1965 yılında yapılmış, oldukça ilginç, daha önce görmediğinize emin olduğum bir katedral. Biz gittiğimizde düğün de vardı içinde, beyaz güller falan saçmışlardı etrafa. Hatta buna da para alıyolar mı acaba diye içeri girdiğim saniyede Fatih dışarda kalmıştı, tam o sırada gelinle damat fotoğraf çektirmeye çıkmışlar, 15 20 dakika falan fotoğraf karesine sumo güreşçileri gibi halimizle dalmayalım diye bekledik.


Tromsdalen bölgesinde bu ilginç katedralden ve teleferikten başka bir şey yok gerçekten, sadece güzel sokakları ve evleri var, tek bir cafe bile görmedim. Biz de Tromso kısmına geri döndük doğal olarak. 
Tromso'nun en meşhur caddesi Storgata'dır. Bütün oteller bu caddeye yakın, bütün güzel restoranlar bu cadde üzerinde. Aslında galiba bu cadde üzerinde olmayan bir yer yok. Şehri boydan boya yarılıyor. Bu caddenin başlarında Polaria diye bir müze var, kuzey ikliminin nasıl olduğunu anlatmayı görev edinmiş bir yer. büyük bir panaromik sinema salonu koymuşlar ve Norveç'in en kuzeyinde kalan, kutup ayılarıyla dolu yerlerin belgeselini çekmişler. 15 dakika ağzınız açık izliyorsunuz. Dünyanın en karlı dağlarını ve bütün kutup hayvanlarını daha güzel anlatamazlarmış bence. 
Bu müzenin en sevdiğim yanı yukarıya kurdukları ve içerisinin dışarısından daha soğuk olduğu kutup havuzu. İçinde de 2 tane sakallı iki tane düz fok balığı var, eğitmeye çalışıyorlar ama hayvanlar o kadar umursamaz ve obur ki pek takmıyorlar eğitmenleri.


Galiba evime bi tane de fok alacağım. Buraya gitmeye karar verirseniz ve öğrenciyseniz, kartınızı mutlaka yanınızda getirin. Bizim kartlar yanımızda değildi ve YİNE servet ödemek zorunda kaldık. 
Müzenin yanında camekan içerisinde 'bu ne ola ki' denilecek kadar ilginç bir av teknesi -tekneydi galiba- var. Adı da baya güzel; POLE STAR. 
Norveçli insanların Sami halkından öğrendiği avlama becerilerini ve kullandıkları tekneleri temsil eden bir yer burası, ama o kadar yorulmuştum ki yanındaki piknik masaları daha çok dikkatimi çekti. Yine manzaranın muhteşem olduğu bir noktaydı burası.


Şehrin bana göre en önemli noktasına gelmeden önce anlatıcak bir kaç yer daha var sanırım ve bunlardan biri de buranın EN ÖNEMLİ MÜZESİ sıfatına sahip ama benim laaaanet olsun bu ne diyerek kaçtığım Kutup Müzesi. Kimseyi etkilemek istemem ama kısaca konu Sami ırkının avlanma yöntemleri ve av hayvanları. Doldurulmuş hayvanlarla dolu bir yer, suratımda Nur Yerlitaş ifadesiyle çıktım müzeden. Şehrin cam üfleme dükkanı, içerdeki gotik kız ve kütüphane mutlaka uğranılması gereken diğer yerler. 
Gelelim şehrin kalbine; Storgata'nın tam ortasında Tromso Domkirke diye bir kilise var, Lutheran Katedrali olarak da geçer ve tamamen ahşaptan yapılmış. Biz burada pazar ayinine denk geldik, Norveççe şarkı söylemeye çalıştık, 3 tane bebeğin vaftizini izledik ki en güzeli geleneksel kıyafetlerdi ve işin garip tarafı insanların bize tip tip bakmamış olmasıydı. Kapıdan 'ne ola ki bu şimdi alırlar mı bizi içeri' diye bakınırken norveçli amcamın evrensel dilde 'gel lan gel' yapması üzerine en arka sıralardan birine oturduk. Tek kelime anlamamış olmama rağmen insanlar kahkalarla gülüyorlardı, peder komik bi abimizdi galiba. 




Burası pek ilgi çekici gözükmemiş olabilir şuan, ama gerçekten akşama doğru o yolun yanındaki ağaçlarla, kurumuş yapraklarla o yol masal gibi gözüküyor ne yalan söyleyeyim. Bir de yazları burada kilise konserleri oluyormuş, bir gece provasına denk geldik. Kapı kilitliydi, zıplayarak camdan görme çabalarım da pek sonuç vermedi. 
Tromso'nun en yerli ve ünlü şeylerinden birisi de -avrupada her şehirde olması zorunluymuş gibi- birası. Mack Bryggeri, Olhallen diye bir yer var burada. Hem pub hem de bira fabrikası tadında. Biranın yapılışı gördükten sonra bi bardak içeyim bari kafasına geliyor insan doğal olarak. Pek içki seven bi tip değilim açıkçası, o yüzden birayı da çok beğenmedim ama denemeden de dönülmezdi. İstanbul'da bu ne lan likör bardağında bira mı içiyon gibi tepkiler alabilirdim ama orada pek takılmadılar ufacık bardağıma. Sözüm ona Olhallen çok güzel yer, şehirdeki 3 pubdan biri ama -gel gel şok- 6 DA KAPATIYORLAR. Bir pub dünyanın hiçbir yerinde saat 6'da kapatılmamalı bence.



Yine de kiremit rengi duvarlarıyla ve loş ışığıla baya güzel bir yerdi burası, tek eksiği ülkenin genelinde olduğu gibi; İNSANLAR. 
Yaptığımız ve sizin de yapmamız gereken aktiviteler kısmına geçmeden önce, ne yedik biz bu şehirde onu anlatmak istiyorum. Öncelikle gidemediğim ve içimde ukte olarak kalan Aunegarden var, Şehir meydanının hemen orada. Ev yapımı norveç kekleri veriyolarmış, Hem pastanede oturma niyetiyle hem de akşam yemeği yeme niyetiyle gidebilirmişsiniz.
Gelelim bizim yediğimiz ALLAH VAR dedirten yemeklere. Storgatanın en başında, havaalanından gelirken görmeniz banko olan Gründer Cafe&Bar var ve burada da dünyanın en muhteşem sandviçi olan Gründer sandviç diye bir yemek var. Yemek diyince hakaret etmiş gibi falan hissediyorum. CHRISTMAS IN MY MOUTH. 


Hesabı kasada ödemek bu şehrin her yerinde adet, ama burada değil onu da belirteyim. Ayrıca biraz da düşünceli insanlar, restoranın dışındaki oturma yerlerine şal falan atmışlar. Genelde sigara içmeme üzerine kurulu yerlerde böyle ufak detaylara takılmaz insanlar. 
Başka bir güzel -ve otel resepsiyonundakine kadına göre ucuz olan, kesinlikle gitmemiz gereken- yer bu sefer Storgata değil de Sjogata'nın üzerinde bulunan ve Amalie, Clarion Collection, Raddison Blu tarzı otellerle 30 saniye yürüme mesafesinde olan Pastafabrikken'di. Adından da anlaşılacağı üzere burası makarna, pizza, salata üzerine kurulu ve UCUZ DEĞİL:))))) Ama açlıktan geberiyo da olsanız tabağı bitirebileceğinizi sanmıyorum çünkü her tabak için 1 paket makarna kullanıyorlar galiba. İçerisi tam bir midpoint. Yine loş ışık. Gece karanlık olsa ne yediğinizi göremezsiniz o derece, masadaki lambaların kendilerine hayrı yok. Galiba bu yüzden bu kadar güzel görünüyo da olabilir ama. Ne yediim, carbonara yedim burada. Krema koması. 
VEE VEE VEE HAYATIMIN AŞKI OLAN RORBUA.........
Rorbua, Clarion Collection'a göre sahilin sağ tarafında kalan ve galiba tüm Tromso'da gördüğüm en kalabalık yer. Burada bazen şehirli gruplar konser de verirlermiş, ona denk gelemedik ama kalabalık bir gününe denk geldik ve bu şaka gibidir ama içimi açtı. Burası pizzasıyla ünlüymüş ve tabiki de üzerinde special yazan neyse onu yedim. Dünyanın en küçük ama en doyuran, en sarımsaklı ama en yoğurtla güzel giden pizzası olabilirdi. Servisin 1 saatte gelmesine şaşırmayın, çünkü Tromso insanının görmediği bir kalabalık mevcut burada. 



Bir pizzayla gerçekten en fazla bu kadar sanat yapılabilirdi. 
Gidemediğimiz -çünkü haftasonu açık olduğu saati denk getiremediğimiz- bir diğer yer de Smortoget'ti. Burası da hipster mekanıymış, tanımında yazılana göre de sanat ve geçmişin buluştuğu, artistlerle tanışabileceğiniz ikinci el dükkanı + kahve içmelik yermiş. Şirin bir yere benziyordu gerçekten ama Gründer ve Rorbua dururken, aklıma son gelen yerdi galiba.
Kalbimde bambaşka bi yer edinmiş olan, dünyanın en muhteşem elmalı turtasını yapan yere gelecek olursak; Storgata'nın üzerinde gece 3'e kadar açık olan -hayretler içinde kaldım- Egon Restaurant diye bir yer var. Dışarıdan bakınca düz bi yer gibi gözükse de içeri girince 5 metre tavanlı, tamamen ahşap, bölmelere ayrılmış muhteşem bir yerle karşılaşıyorsunuz.



Bunların dışında tipik avrupa öğle yemeği tadında olarak  7eleven'da bacona sarılmış sosisli yemenizi de öneriyorum. En fazla bu kadar güzel olabilir gerçekten pınar sosise baya dargınım bu yüzden. 
Kahvaltı zaten otelinizde ücretsiz, genelde. Ayrıca benim aşkım olan Amalie'de kalırsanız ve öğlen bi uğramak isterseniz beleş waffle da yiyebilirsiniz. Soğukta baya iyi gidiyor çayla.
Biz gittiğimizde cumaydı, akşama kadar ve ertesi sabah boş boş şehri dolaştık zaten. 


Ayrıca cumartesi sabahları şehir meydanına pazarımsı bir yer kuruyorlar, norveçli ev anneleri krep yapmaya başlıyor. O kreplerden de öneririm. Norveçli anne elinden krep yemedim demezsiniz. Şehir meydanının tam karşısında dünyanın en şirin barakasında çay kahve satıyorlar. Hatta çay satan abinin eski ev arkadaşı ankara üniversitesinde hukuk mu ne okumuş, çok götü kalkmış, eskiden çok yakın arkadaşlarmış da şimdi görüşmüyorlarmış. Türk olmak bunu gerektirir arkadaşlar, gittiğiniz her yerden bir iki hayat hikayesi kapacaksınız.



Önünde yazan tabelaya göre burada makarna ve pizza tarzı şeyler de varmış ama neresinde yapıyor onları bilemedim, barakanın altında mutfak falan da yok hani. 
Şehri aylak aylak gezmemizden sonra, kuzey ışıkları turumuza da 1 gün kalmışken cumartesi günü her yerin AMA HER YERİN kapalı olduğunu öğrendik. İnsanları pazar günleri çalıştıramazlarmış çünkü pazarları çalışanlara saat başı aldıkları paranın iki katını vermek zorundaymış işverenler. ALLAH AŞKINA AĞLAYACAĞIM. İnsanlar hobi olsun diye çalışıyor gibi burada zaten.
Saat 2de kapanan bir bisiklet kiralama yeri var, Sjogata'nın sonunda, Pastafabrikken'in karşısında. Size iki efsane bisiklet, yazlıkta düşe kalka bisiklet kullanırken varlığından haberdar bile olmadığınız bir küçük alet çantası, ben bunu ne kullanıcam yea bize ters dedirten kasklardan verecekler. İki bisiklet 24 saat 500 kron. Bence gayet iyi aslında. Beklediğimden fazla olduğu söylenemez.
Orada çalışan kadın da dünya tatlısıydı, gidebileceğimiz ve güzel fotoğraf çekebileceğimiz yerleri söyledi. Biz de Sjogata'nın sonundan -şehrin en ortası- Tromso'nun en batısına kadar bisikletle gittik. 
Böyle söyleyince sanki 48 km bisiklet sürmüşüz gibi geliyor kulağa ama 15 dakika falan sürdü. Ulaştığımız nokta ise dillere destandı. Bütün Tromso ahalisinin gün içinde nerede takıldığını o an anladım. Cıvıl cıvıl, insan kaynayan bir plaj, bisiklet yolu, korular ve banklar ALLAHIM CENNET GİBİYDİ.


Bi yanı böyle muhteşem evler bi yanı deniz olan 2-3 metre genişliğinde bir patikada bisiklet sürüp varılan nokta; 


Hayatın bize EVVET BAŞARDINIZ deme yöntemiydi gerçekten. 


Sahilin arkasında koru da bizim gibi büyükşehir insanlarının aşık olacağı türdendi. Hayatımda görmediğim bir huzur vardı burada. Korna sesi gelmiyordu ya da kurbağalıdere kokusu yoktu. Ne bileyim, baya güzeldi işte. (Şuan duygulandım........)


Gelelim benim dünyanın bu kadar kuzeyine gelmeme, zatürre olmayı göze almama, donmama ve Fatih'i de peşimden sürüklememe sebep olan unsura. 
Yaklaşık 1 sene önceden Arctic Explorers firmasıyla mailleşmiştim, rezervasyon yaptırmıştım ve onlar da dünya tatlısı insanlar olarak her soruma cevap vermiş, her ayrıntı için açıklamalar yapmışlardı. 1 gecelik kuzey ışıkları turu kişi başı 1400 kron. İsterseniz önce %25'ini, kalanını da tura 1 ay kala ödeyebiliyorsunuz. Yaklaşık 8-9 kişilik oluyor bu turlar. Sizi otelinizden alıyorlar ve malum hissedilen sıcaklık -88 olan yere gideceğimiz için bir depoya götürüp, zaten donmamak uğruna giydiğiniz 10 kilo kıyafetin üzerine giymeniz için tulum ve iç içe geçmiş iki ayakkabıya benzeyen 8 kiloluk bir postal veriyorlar. Sonuç olarak şuna benziyorsunuz;


Tromso'nun şehir merkezinden batıya doğru 1 saat kadar sürecek olan araba yolculuğu başlıyor bu kıyafetlerle. 

Bu tura katılmadan önce hava durumuna bakıp moral bozmaca yapmamanızı tavsiye ederim çünkü gerçekten havanın nerede nasıl olacağı hiç belli olmuyor, dağlar bazen bulutları engelleyebiliyor, bazen bulutlar iki saniyede kaybolabiliyor. Zaten adamların bu chase turlarında ışıkları göremedikleri daha önce 2-3 kere olmuş. O şanssızlığa denk geleceğinizi sanmıyorum. 
Sommaroy; pek fazla insanın yaşamadığı, yaşayanların da genelde Tromso'da çalıştığı popülasyonun tahminimce 8 falan olduğu bir yer. Zaten o yaşayan kısımdan da uzaklaştıkça, etraf öyle bir zifiri karanlık oluyor ki gerçekten gözleriniz alışana kadar HİÇ AMA HİÇBİR ŞEY göremiyorsunuz. Yani ben fotoğraf makinasının ayarlarını yapmak için durduğumuz ve tam fotoğraflık olan köprünün neye benzediğini ertesi gün fotoğraflara bakarken anlamıştım. Kafamızda madenci ışıklarına benzer ışıklardan vardı. Ne zaman biri açsa, karanlığa gözünüz alışmışken tekrar patates oluyordunuz, cidden zorluydu yani. 
Sommaroya'nın o seri katil filmlerinde kullanılması muhtemel köprüsünün manzarası da şöyleydi;



Evet evet, o suyun üzerindekiler buz. Ve evet oradaki tek ışık kaynağı bulutların arkasındaki ay. Fotoğrafın iğrençliği, o sırada henüz ayarlarını tutturamamış olmamdan kaynaklanıyor ama tur rehberimiz Delphin, Fatih ve benim saatler süren uğraşlarımız sonunda Nikon d5000 için fotoğraf ayarı şudur; 
Öncelikle fotoğrafı RAW formatında çekin. ISO 640 olsun. F.4.8 ve diyafram da 30 saniye. Evet deklanşöre bastıktan sonra 30 saniye beklemek gerçekten dünyanın en işkenceli işlerinden biri ama göreceksiniz, inanılmaz fotoğraflar çıkıyor ortaya. 
Burada saatler süren fotoğraf makinaları ayarlarından ve koreli çifte kaptığım gıcıklardan sonra, soğuktan ellerim kanayarak ve tripodu çıplak elle tutmak zorunda kalarak minibüse yürüdük, yola devam ettik. Size soğuk havada, buz tutmuş tripodu tutmanın ne demek olduğunu gerçekten anlatamam, kelime dağarcığım yetmez. 
Bu tip kuzey ışıkları turlarının en ünlü noktası olan yere gittik buradan sonra. Minibüsten inip tripodları, matları, odunları, fotoğraf makinalarını yüklenip TEPENİN BİRİNE ÇIKTIK. Zaten üzerimde 12 kilo kıyafet var, ayakkabıları hareket ettiremiyorum, ellerimi hissetmiyorum....... Hayatımda çektiğim top 3 işkenceye 2. sıradan giriş yaptı bu aktivite. 
Düzlük alana ateşi yakıp bekleme başlıyor bundan sonra, saatlerce bekleyebiliyorsunuz. Nitekim biz de baya uzun bekledik. Bu sırada Norveç'te ünlü, dağa çıkan insanların vazgeçilmezi olan dry food adı verilmiş bizim makarneksin tencereye dökülmeyeninden yedik. Ben gerçi makarna seçtim ama isterseniz körili tavuk da yiyebiliyordunuz. Tek yapılması gereken içine su koyup 5 dakika beklemek, sonra da kaşıklamaya başlamak.
Ateşe kendimi atmama çok ama çok az bir süre kalmıştı ki -oradakilerin deyimiyle- fırtına başladı. Fırtınadan kasıtları kuzey ışıklarının o gece için en görülebilir olduğu süre.
Galiba hayatımda bundan daha güzel bir şey görmemiştim.




Kuzey ışıklarını da gördükten sonra huzurla ölebileceğimi düşünerek Tromso'ya geri döndük. 
Eğer olur da günün birinde Tromso'ya giderseniz, kuzey ışıkları turunuzu Arctic Explorers Norway kankalarımla yaparsınız, gerçekten baya iyi insanlar. 
Bu arada siz de hediyelik eşya takıntılı aile ve arkadaşlara sahipseniz, ufacık bir şehir için dünya kadar hediyelik eşya satan dükkan var. Tarif etmeme gerek bile yok galiba, her köşe başında bi tane bulabilirsiniz ama en sevdiğim; katedralin karşısında biraz sağda kalan ve cam üfleme balonların üzerine insanların elleriyle resimler çizdikleri yılbaşı süsleri satan yer. Yılbaşı süsleri konusunda zaafım vardır da. 
Ellerimde çiçekler, kapısında sırılsıklam günün birinde tekrar Tromso'ya gidebilirim çünkü geçirdiğimiz 4 muhteşem günden sonra söyleyebilirim ki; yaşadığım en güzel deneyimdi. 
Döneceğim sabah son bir kez turlamaya çıktım -laflara bakar mısınız sanki sevgilimden ayrılıyorum- o gece kar yağmıştı. Kar görmedim de demedim kısaca.




Tromso'ya gidip yapamadığım için içime ÖKÜZ gibi oturan tek bir şey var aslında, o da dönüş uçağına binmeme 3 saat kala öğrendiğim Wolf Kiss olayı. Çok ucuz bir etkinlik. Sizi alıyorlar ve evcil kurtların yanına götürüyorlar, kurtlarla oynuyorsunuz. HAY LANET OLSUN dedim gerçekten. Kurtlar burunlarını falan yalıyorlar insanların, bir ton fotoğraf vardı öyle. Ayrıca eğer isterseniz aralık-şubat arası kutup balinası turlarına da katılabiliyorsunuz. Sizi alıp botla DAHA DA KUZEYE götürüyorlar, buzlu denizin ortasında zıplayan balinaları izliyorsunuz. Gerçekten rüya gibi bir şey benim gibi hayvan aşığı biri için ama galiba aralık gibi bir mevsimde buzlu bir denizin ortasında bulunmayı bünyem kaldırmaz, o kadar soğukta can veririm.
Üşüdük, yorulduk, Fatih resmen zatürre oldu, ellerim kanadı, soğuktan başıma ağrılar girdi ama yine de ölmeden önce yaşanması gereken bir deneyimdi. 
Siz de ölmeden önce görülecek yerler listenize Tromso'yu ekleyin bence.


12 Temmuz 2013 Cuma

Roma

Romalılar savaş için veya başka sebeplerle gittikleri her yere yol yaparak giderlermiş. Bu yüzden bir laf vardır; her yol Roma'ya çıkar.
Roma konusunda ilk anlatmak istediğim yer tabiki Vatikan şehri. İnsanın bu şehirde Hristiyan olası gelir. Vatikan'ın içini görünce 'kusura bakmayın ama burası bizzat allah bence' falan dersiniz. Muhteşem bir yapıdır, kiliseye üç kapıdan girilir. Hatta üç kapıdan ikisi özeldir, biri cenazelerin çıktığı biri de gelinle damadın girdiği kapıdır. Çarşamba günleri Vatikan'a gidilmez, hutbe vardır. Papa çarşamba hutbesinde konuşurken ağlayan bi ton insan görürsünüz, ben anlamıyom ne diyo bu adam bu kadar diye triplere girersiniz. 
Şaka bir yana Vatikan büyüleyici bir yerdir. Hem kilisesiyle hem müzesiyle benim gibi tarih meraklılarının onlarca kez gitse de sıkılmayacağı ender yerlerdendir. Papa bu devlette yasamanın yargının yürütmenin falan başıdır. Adam baya baya rocks. Söyledikleri yasa hükmündedir ve kendine has özel kıyafetler giyen acayip komik küçük bir de ordusu vardır. 
Vatikan'da inanılmaz kuyruklar vardır hem kiliseye hem de müzeye girmek için. Saatlerce beklersiniz ama değer. Hatta burada bir uygulama vardır ki sadece Türklerin bu kadar uyanık olabileceğini düşünürdüm. İnsanlar sabahın köründe kuyruklara girerler ve sonra yerlerini gelen turistlere satarlar. Adamlar inanılmaz.
Vatikan şöyledir; 


Burası klasik haç biçimindeki kiliseler gibidir ama devasadır. Koridor boyunca yerde dünyanın bilinen en büyük kiliselerinin başlangıç noktaları gösterilmiştir ki San Pietro katedralinin ne kadar büyük olduğu anlaşılsın. Ayasofyanın da adı burada yer almaktadır hatta. Kilise benim gibi doctor who manyaklarının anlayabilceği dilde tamamen melekler tarafından işgal edilmiş bir yerdir. Meydanı, kilisenin içini, papa mezarlarının olduğu yeri kısaca her yeri heykeller basmış durumdadır.
O yukarıda gördüğünüz harfler göze küçük gelse de en az benim boyumdadır. Düşünün kilise o kadar yüksek, o kadar heybetli. 
Ana koridorun sol tarafındaki kapıdan girerseniz duvarlarında papa mezarlarının olduğu yerlere ulaşırsınız. Adamlar papaları katedralin duvarlarına gömmüşler. En ilginci çürümeyen papadır derler, güya mumyalanmamış. Bu mezar tamamen camdandır ve ölmüş adamın bedenini gördüğüne inanıp ağlayanlarla çevrilmiş bir de çevresi vardır. 


Meydan Bernini tarafından tasarlanmıştır ve şahsen benim en çok sevdiğim mimari kişiliktir kendisi. Kiliseyi korur gibi görünen sütunlarıyla hayranlık uyandırıcıdır. Burayı tepeden çekemeyeceğim için en güzel çizimi vatikan müzesinden çaldım, meydan şöyledir; 




Buradaki kuyruklar kadar insana OHA BE KARDEŞİM dedirten bir başka konu da kesinlikle Vatikan postahanesidir. Türkiye'ye kartpostal falan göndermek isterseniz meblağ 85 euro arkadaşlar. Bizim gibi oraya sadece gezmek için gitmiş ve bütçesi kısıtlı olan arkadaşlara postahaneden uzak durmalarını tavsiye ediyorum. 
Vatikan şehri içinde yer alan diğer bir dünya harikası da Vatikan Müzesidir. Müzeye girebilmek için yaklaşık 5 saat falan beklersiniz, öyle bir sıra vardır önünde. Eğer benim gibi hızlı geçiş bileti alır da rehberler eşliğinde girmeye kalkarsanız da 1 saat bekleme süreniz var. Sloganları beklemeden geçiş, yine de ayaklarınıza kara sular iniyor iki tabloyu bir de sistine şapelini göreceğim diye. O rehberler de sadece içeri sokuyorlar bu arada, öyle müzeyi gezdirmek falan yok. Zaten müzeyi kısa yoldan da gezemiyorsunuz. Hani görmek istediğiniz özel bir iki şey vardır, onları görüp çıkarım ben diyorsanız ona da izin vermiyorlar. Paşa paşa yürümek zorundasın bütün müzeyi. Ki müzenin içi de şöyledir; 


Müzenin içinde bile inanılmaz bir sıra vardır. 3 4 saatte falan anca çıkışa ulaşırsınız. Sistine şapelini de göstermeyi çok isterdim ama adamlar girişte öyle bir NO PHOTOS diye bağırıyor ki açıkçası götünüz yemiyor fotoğraf çekmeye. Çalmam gerekirse şöyleydi ;


Her ne kadar Sistine şapelinde fotoğraf çekmeye izin vermeseler de müzenin geri kalanı da inanılmaz güzelliktedir. Tavanlara öyle resimler yapmışlardır, İncil'i öyle tasvir etmişlerdir ki ağzınız açık kalırsınız bu nasıl bir iman bu nasıl bir sabır dersiniz. 


Vatikan'dan çıkar ve şehrin sokaklarına, meydanlarına gelecek olursak daha söyleyecek pek çok şey vardır ve ben bile 2 aydır Roma'yı yazmaya üşeniyorum siz buradan sonrasını okumazsınız herhalde. 
İlk olarak aşk çeşmesi olarak da bilinen üç yol çeşmesinin olduğu meydanımız vardır. Bu çeşmenin asıl adı Trevi çeşmesidir ve üç yolun kavşağında bulunduğu için veya üç yeraltı su yolunun toplandığı nokta olduğu için bu isim verilmiştir. Barok tarzda yapılmıştır ve genellikle millet evet işte ya şu arkamızı dönüp para attığımız çeşme değil mi diye hatırlar burayı, mimarisi konusunda pek bir şey bilmezler. 



Burada tam aşk çeşmesine bakarken sol tarafta Melograno Pizza diye bir yer görürsünüz. Tamamen insan cümbüşü, ömründe pizza görmemiş insanlar saldırıyor dersiniz ama 3 dakika sürer sizin de onların arasına katılmanız. Dilimli pizza satarlar ve ayakta yumulursunuz. Efsane güzeldir ama doğru pizzayı seçerseniz çünkü enginarlı pizzaları bile vardır. ENGİNAR. 
İkinci fotoğrafta gördüğünüz taraftan çeşmeyi solunuza alıp dümdüz ilerlerseniz meşhur ispanyol merdivenlerinin olduğu meydana ulaşırsınız. Tepesine çıkması oldukça problemli bir yerdir kendileri. Mesela ben çıkamadım, Floransada yaşadığım 414 merdiven faciasından sonra yemedi. Bi üç gün daha yürüyememeyi kaldıramazdım. 


Eğer bu merdivenlere sırtınızı verir dümdüz giderseniz karşıdaki sokakta Cafe Greco diye bir yer görüceksiniz ki duvarlarında Andersen'den masallardaki andersenin el yazısıyla masalların olduğu, dünyadaki en güzel çilekli turtayı yerken ayrıca dünyadaki en büyük kazığı da yiyeceğiniz yere varırsınız. 


Buranın adı zaten Antik Cafe Greco'dur. Çok eski olduğu da her halinden bellidir. Verdiğimiz paraya değer mi hala karar verebilmiş değilim. Avcum kadar iki çilekli turta üç tane de kahveye 53 euro verdik anasını satıyım. Ben beleşe verirdim hayrına. 
İspanyol merdivenlerinin çevresinde mide açısından bulunan dünya harikaları bu kadarla sınırlı değildir. Yine sırtınızı buraya verdiğinizde gördüğünüz eczanenin sokağından girerseniz sağ tarafta Pompi diye bir yer görürsünüz. Burası bütün avrupanın en güzel tiramusu yapan yeridir. Böyle karton kutularda satılır oturacak yeri yoktur 4 euro mudur nedir ama ben o şeye 44 euro da verirdim. Öyle bir bayram eder mideniz. 
Roma'da benim favori yerim kesinlikle Navona meydanıdır. İspanyol merdivenlerinden buraya yürümek biraz problemlidir ama yürüyerek gitmenizi her zaman öneririm. Çünkü şehir ara sokaklarıyla güzeldir. 



Navona meydanı bence ressamcıların ve el işleriyle uğraşanların cennetidir. O meydanda ufak tefek resimlerden koca devasa tablolara, elde yapılmış bilekliklere kadar her şey satılır ve gerçekten gece gündüz dünyanın en samimi yerlerinden biridir. Dikdörtgen gibi olan o meydanda ortası ressamlarla doludur, kenarlar da kafelerle. Zaten Roma'da kahve içmediğim yer kalmamıştı, oturdum orda da bütün gün kahve içtim dondurma yedim. 


Navona meydanına çıkarken -sokağın adını bilmiyorum ama arayın bulun- di mario diye bi pizzacı vardır. Lahmacun inceliğinde bir pizzalar yapıyor, öğrenciliğimin kara belası dominosa küfrettiriyor insanı. İkisi de pizza olarak yaratılmış olamaz diyorsunuz. İstanbulda önünden geçseniz bu ne be diyeceğiniz kadar paspal, masalarda gazete kağıtlarından bozma örtüler olan saat 5 gibi içi bomboş bir yer ama saat 8 gibi geldiğinizde kapısında kuyruk göreceğiniz efsane pizzacıdır burası. 
Bu meydanda bulunan resim harikalarından bahsettim ama asıl efsane olan yerlere oturmuş afrikalı insanların sprey boyalarla yaptıkları muhteşem resimlerdir. Gözümün önünde 80 tane boyayı karıştırıp şaheser yaratışlarını hala unutamıyorum.


Navona meydanına çıkarken ölmeden önce yapılacaklar listemden bir şeyi daha eledim, o inanılmaz mutluluk vericiydi asıl. Kilise korosuna denk geldim. Şarkıcı diye her gün radyoda dinlediklerimize küfrettiren bi andı o an. Söyledikleri ilahilerinin sözlerini anlayıp anlamamanın değil de o sesleri duymanın önemli olduğu bir şeydir kilise korosu dinlemek. Özellikle seçmişler o insanları tabiki de orası ayrı, allam özellikle yaratmış o insanları. Öyle sesler duymadım ben, nasıl bir çalışmanın ürünü nasıl bir yetenek allam çok boş bi insanım diyorum sürekli.
Navona meydanına oranla daha küçük olan diğer bir meydan ise Pantheon'dur. Roma'nın en eski katolik kilisesi olan kilisenin önünde bulunan ufacık bir meydandır burası ama her zamanki gibi yine kafelerle doludur. Orada bir garsonla tanıştım, Isabella, bana bedava dondurma verdi o kızı bulursanız benden selam söyleyin çok şekerdi bi İtalyana göre. 


Roma gerçekten inanılmaz değişik huyları olan inanılmaz güzel bir şehirdi. İtalyancadan başka dil bilmeyen soğuk tiplerle doludur açıkçası. Adama where is the toilet dersin prossima fermata gregorio pietro almasua diye cevap verirler. Toilet diyorum en fazla ne kadar kompleks olabilir amcam benim. 
Burada da İtalyanın kalanında olduğu gibi yoldan taksi çeviremezsiniz, size ne kadar uzak olursa olsun taksi durağına yürümek zorundasınız. İstanbulun canını yerim dediğim konulardan biridir bu. 
İlginç şehirdir. Vatikanın içinde lamborghini polis arabaları mı dersiniz, i heart francesco yazılı lolipoplar -ADAM PAPA AMA LOLİPOPUN ÜSTÜNDE- mı dersiniz, bu şehirde ne ararsanız vardır. 
Eğer olur da Roma'ya yılbaşında gitmeyi falan düşünürseniz Popolo meydanına da gitmenizi öneririm. Hiçbir şey olmayan bir yerdir ama bu insanlar noeli burada kutlarlar. Süslemeleriyle muhteşem bir yere dönüşür burası. 8 yaşımdayken bir kere daha gelmiştim Roma'ya, hatırladığım iki şeyden biri Popolo meydanındaki kutlamalardı. 
Roma'daki bir diğer mimari harika da Castel st. Angelo yani Melekler Şatosu'dur. Angels take Rome doctor who fanları. Heykellerden geçilmez burası. 
Çok ilginç bi mimarisi var sanırım çok anlamam gerçi de 3 kere falan kayboldum yuvarlak olan ve düz gitmekten başka çaremin olmadığı o yerde. Kalenin içinde bi tane restoran var, lan 3 kere geçtim önünden ama yukarı çıkmak için merdivenleri bulamadım. İşin sırrı orada oturan muhtar tipli amcalara yukarı nası çıkabilirim demektir. Başka türlü bulmanız imkansız falan. 
Melekler Şatosu'nun fotoğrafı yok maalesef çünkü canım fotoğraf makinemin şarj aletini otelde unutmuştum, bütün fotoğraflar da babamda ki kendisi de çok pimpiriklidir bilgisayarımda virüs vardır falan diye aktarma yapmama izin vermiyor. Neyse.
Roma güzel şehirdir. Paris'le kapışır ama çok daha güzel bir iklimi vardır o yüzden Paris'i geçer bile diyebilirim.
Çok uzun oldu. Çok boktan yazmış olabilirim çünkü Roma'yı anlatmak çok zor. İnanılmaz büyük bir şehri anca bu kadar anlatabilirim. Sanırım önümüzdeki yazıda Roma'yı ertelediğim gibi ertelediğim Verona'yı anlatacağım. 
Bi de gidecek yeni yerler de bulayım en iyisi.