12 Temmuz 2013 Cuma

Roma

Romalılar savaş için veya başka sebeplerle gittikleri her yere yol yaparak giderlermiş. Bu yüzden bir laf vardır; her yol Roma'ya çıkar.
Roma konusunda ilk anlatmak istediğim yer tabiki Vatikan şehri. İnsanın bu şehirde Hristiyan olası gelir. Vatikan'ın içini görünce 'kusura bakmayın ama burası bizzat allah bence' falan dersiniz. Muhteşem bir yapıdır, kiliseye üç kapıdan girilir. Hatta üç kapıdan ikisi özeldir, biri cenazelerin çıktığı biri de gelinle damadın girdiği kapıdır. Çarşamba günleri Vatikan'a gidilmez, hutbe vardır. Papa çarşamba hutbesinde konuşurken ağlayan bi ton insan görürsünüz, ben anlamıyom ne diyo bu adam bu kadar diye triplere girersiniz. 
Şaka bir yana Vatikan büyüleyici bir yerdir. Hem kilisesiyle hem müzesiyle benim gibi tarih meraklılarının onlarca kez gitse de sıkılmayacağı ender yerlerdendir. Papa bu devlette yasamanın yargının yürütmenin falan başıdır. Adam baya baya rocks. Söyledikleri yasa hükmündedir ve kendine has özel kıyafetler giyen acayip komik küçük bir de ordusu vardır. 
Vatikan'da inanılmaz kuyruklar vardır hem kiliseye hem de müzeye girmek için. Saatlerce beklersiniz ama değer. Hatta burada bir uygulama vardır ki sadece Türklerin bu kadar uyanık olabileceğini düşünürdüm. İnsanlar sabahın köründe kuyruklara girerler ve sonra yerlerini gelen turistlere satarlar. Adamlar inanılmaz.
Vatikan şöyledir; 


Burası klasik haç biçimindeki kiliseler gibidir ama devasadır. Koridor boyunca yerde dünyanın bilinen en büyük kiliselerinin başlangıç noktaları gösterilmiştir ki San Pietro katedralinin ne kadar büyük olduğu anlaşılsın. Ayasofyanın da adı burada yer almaktadır hatta. Kilise benim gibi doctor who manyaklarının anlayabilceği dilde tamamen melekler tarafından işgal edilmiş bir yerdir. Meydanı, kilisenin içini, papa mezarlarının olduğu yeri kısaca her yeri heykeller basmış durumdadır.
O yukarıda gördüğünüz harfler göze küçük gelse de en az benim boyumdadır. Düşünün kilise o kadar yüksek, o kadar heybetli. 
Ana koridorun sol tarafındaki kapıdan girerseniz duvarlarında papa mezarlarının olduğu yerlere ulaşırsınız. Adamlar papaları katedralin duvarlarına gömmüşler. En ilginci çürümeyen papadır derler, güya mumyalanmamış. Bu mezar tamamen camdandır ve ölmüş adamın bedenini gördüğüne inanıp ağlayanlarla çevrilmiş bir de çevresi vardır. 


Meydan Bernini tarafından tasarlanmıştır ve şahsen benim en çok sevdiğim mimari kişiliktir kendisi. Kiliseyi korur gibi görünen sütunlarıyla hayranlık uyandırıcıdır. Burayı tepeden çekemeyeceğim için en güzel çizimi vatikan müzesinden çaldım, meydan şöyledir; 




Buradaki kuyruklar kadar insana OHA BE KARDEŞİM dedirten bir başka konu da kesinlikle Vatikan postahanesidir. Türkiye'ye kartpostal falan göndermek isterseniz meblağ 85 euro arkadaşlar. Bizim gibi oraya sadece gezmek için gitmiş ve bütçesi kısıtlı olan arkadaşlara postahaneden uzak durmalarını tavsiye ediyorum. 
Vatikan şehri içinde yer alan diğer bir dünya harikası da Vatikan Müzesidir. Müzeye girebilmek için yaklaşık 5 saat falan beklersiniz, öyle bir sıra vardır önünde. Eğer benim gibi hızlı geçiş bileti alır da rehberler eşliğinde girmeye kalkarsanız da 1 saat bekleme süreniz var. Sloganları beklemeden geçiş, yine de ayaklarınıza kara sular iniyor iki tabloyu bir de sistine şapelini göreceğim diye. O rehberler de sadece içeri sokuyorlar bu arada, öyle müzeyi gezdirmek falan yok. Zaten müzeyi kısa yoldan da gezemiyorsunuz. Hani görmek istediğiniz özel bir iki şey vardır, onları görüp çıkarım ben diyorsanız ona da izin vermiyorlar. Paşa paşa yürümek zorundasın bütün müzeyi. Ki müzenin içi de şöyledir; 


Müzenin içinde bile inanılmaz bir sıra vardır. 3 4 saatte falan anca çıkışa ulaşırsınız. Sistine şapelini de göstermeyi çok isterdim ama adamlar girişte öyle bir NO PHOTOS diye bağırıyor ki açıkçası götünüz yemiyor fotoğraf çekmeye. Çalmam gerekirse şöyleydi ;


Her ne kadar Sistine şapelinde fotoğraf çekmeye izin vermeseler de müzenin geri kalanı da inanılmaz güzelliktedir. Tavanlara öyle resimler yapmışlardır, İncil'i öyle tasvir etmişlerdir ki ağzınız açık kalırsınız bu nasıl bir iman bu nasıl bir sabır dersiniz. 


Vatikan'dan çıkar ve şehrin sokaklarına, meydanlarına gelecek olursak daha söyleyecek pek çok şey vardır ve ben bile 2 aydır Roma'yı yazmaya üşeniyorum siz buradan sonrasını okumazsınız herhalde. 
İlk olarak aşk çeşmesi olarak da bilinen üç yol çeşmesinin olduğu meydanımız vardır. Bu çeşmenin asıl adı Trevi çeşmesidir ve üç yolun kavşağında bulunduğu için veya üç yeraltı su yolunun toplandığı nokta olduğu için bu isim verilmiştir. Barok tarzda yapılmıştır ve genellikle millet evet işte ya şu arkamızı dönüp para attığımız çeşme değil mi diye hatırlar burayı, mimarisi konusunda pek bir şey bilmezler. 



Burada tam aşk çeşmesine bakarken sol tarafta Melograno Pizza diye bir yer görürsünüz. Tamamen insan cümbüşü, ömründe pizza görmemiş insanlar saldırıyor dersiniz ama 3 dakika sürer sizin de onların arasına katılmanız. Dilimli pizza satarlar ve ayakta yumulursunuz. Efsane güzeldir ama doğru pizzayı seçerseniz çünkü enginarlı pizzaları bile vardır. ENGİNAR. 
İkinci fotoğrafta gördüğünüz taraftan çeşmeyi solunuza alıp dümdüz ilerlerseniz meşhur ispanyol merdivenlerinin olduğu meydana ulaşırsınız. Tepesine çıkması oldukça problemli bir yerdir kendileri. Mesela ben çıkamadım, Floransada yaşadığım 414 merdiven faciasından sonra yemedi. Bi üç gün daha yürüyememeyi kaldıramazdım. 


Eğer bu merdivenlere sırtınızı verir dümdüz giderseniz karşıdaki sokakta Cafe Greco diye bir yer görüceksiniz ki duvarlarında Andersen'den masallardaki andersenin el yazısıyla masalların olduğu, dünyadaki en güzel çilekli turtayı yerken ayrıca dünyadaki en büyük kazığı da yiyeceğiniz yere varırsınız. 


Buranın adı zaten Antik Cafe Greco'dur. Çok eski olduğu da her halinden bellidir. Verdiğimiz paraya değer mi hala karar verebilmiş değilim. Avcum kadar iki çilekli turta üç tane de kahveye 53 euro verdik anasını satıyım. Ben beleşe verirdim hayrına. 
İspanyol merdivenlerinin çevresinde mide açısından bulunan dünya harikaları bu kadarla sınırlı değildir. Yine sırtınızı buraya verdiğinizde gördüğünüz eczanenin sokağından girerseniz sağ tarafta Pompi diye bir yer görürsünüz. Burası bütün avrupanın en güzel tiramusu yapan yeridir. Böyle karton kutularda satılır oturacak yeri yoktur 4 euro mudur nedir ama ben o şeye 44 euro da verirdim. Öyle bir bayram eder mideniz. 
Roma'da benim favori yerim kesinlikle Navona meydanıdır. İspanyol merdivenlerinden buraya yürümek biraz problemlidir ama yürüyerek gitmenizi her zaman öneririm. Çünkü şehir ara sokaklarıyla güzeldir. 



Navona meydanı bence ressamcıların ve el işleriyle uğraşanların cennetidir. O meydanda ufak tefek resimlerden koca devasa tablolara, elde yapılmış bilekliklere kadar her şey satılır ve gerçekten gece gündüz dünyanın en samimi yerlerinden biridir. Dikdörtgen gibi olan o meydanda ortası ressamlarla doludur, kenarlar da kafelerle. Zaten Roma'da kahve içmediğim yer kalmamıştı, oturdum orda da bütün gün kahve içtim dondurma yedim. 


Navona meydanına çıkarken -sokağın adını bilmiyorum ama arayın bulun- di mario diye bi pizzacı vardır. Lahmacun inceliğinde bir pizzalar yapıyor, öğrenciliğimin kara belası dominosa küfrettiriyor insanı. İkisi de pizza olarak yaratılmış olamaz diyorsunuz. İstanbulda önünden geçseniz bu ne be diyeceğiniz kadar paspal, masalarda gazete kağıtlarından bozma örtüler olan saat 5 gibi içi bomboş bir yer ama saat 8 gibi geldiğinizde kapısında kuyruk göreceğiniz efsane pizzacıdır burası. 
Bu meydanda bulunan resim harikalarından bahsettim ama asıl efsane olan yerlere oturmuş afrikalı insanların sprey boyalarla yaptıkları muhteşem resimlerdir. Gözümün önünde 80 tane boyayı karıştırıp şaheser yaratışlarını hala unutamıyorum.


Navona meydanına çıkarken ölmeden önce yapılacaklar listemden bir şeyi daha eledim, o inanılmaz mutluluk vericiydi asıl. Kilise korosuna denk geldim. Şarkıcı diye her gün radyoda dinlediklerimize küfrettiren bi andı o an. Söyledikleri ilahilerinin sözlerini anlayıp anlamamanın değil de o sesleri duymanın önemli olduğu bir şeydir kilise korosu dinlemek. Özellikle seçmişler o insanları tabiki de orası ayrı, allam özellikle yaratmış o insanları. Öyle sesler duymadım ben, nasıl bir çalışmanın ürünü nasıl bir yetenek allam çok boş bi insanım diyorum sürekli.
Navona meydanına oranla daha küçük olan diğer bir meydan ise Pantheon'dur. Roma'nın en eski katolik kilisesi olan kilisenin önünde bulunan ufacık bir meydandır burası ama her zamanki gibi yine kafelerle doludur. Orada bir garsonla tanıştım, Isabella, bana bedava dondurma verdi o kızı bulursanız benden selam söyleyin çok şekerdi bi İtalyana göre. 


Roma gerçekten inanılmaz değişik huyları olan inanılmaz güzel bir şehirdi. İtalyancadan başka dil bilmeyen soğuk tiplerle doludur açıkçası. Adama where is the toilet dersin prossima fermata gregorio pietro almasua diye cevap verirler. Toilet diyorum en fazla ne kadar kompleks olabilir amcam benim. 
Burada da İtalyanın kalanında olduğu gibi yoldan taksi çeviremezsiniz, size ne kadar uzak olursa olsun taksi durağına yürümek zorundasınız. İstanbulun canını yerim dediğim konulardan biridir bu. 
İlginç şehirdir. Vatikanın içinde lamborghini polis arabaları mı dersiniz, i heart francesco yazılı lolipoplar -ADAM PAPA AMA LOLİPOPUN ÜSTÜNDE- mı dersiniz, bu şehirde ne ararsanız vardır. 
Eğer olur da Roma'ya yılbaşında gitmeyi falan düşünürseniz Popolo meydanına da gitmenizi öneririm. Hiçbir şey olmayan bir yerdir ama bu insanlar noeli burada kutlarlar. Süslemeleriyle muhteşem bir yere dönüşür burası. 8 yaşımdayken bir kere daha gelmiştim Roma'ya, hatırladığım iki şeyden biri Popolo meydanındaki kutlamalardı. 
Roma'daki bir diğer mimari harika da Castel st. Angelo yani Melekler Şatosu'dur. Angels take Rome doctor who fanları. Heykellerden geçilmez burası. 
Çok ilginç bi mimarisi var sanırım çok anlamam gerçi de 3 kere falan kayboldum yuvarlak olan ve düz gitmekten başka çaremin olmadığı o yerde. Kalenin içinde bi tane restoran var, lan 3 kere geçtim önünden ama yukarı çıkmak için merdivenleri bulamadım. İşin sırrı orada oturan muhtar tipli amcalara yukarı nası çıkabilirim demektir. Başka türlü bulmanız imkansız falan. 
Melekler Şatosu'nun fotoğrafı yok maalesef çünkü canım fotoğraf makinemin şarj aletini otelde unutmuştum, bütün fotoğraflar da babamda ki kendisi de çok pimpiriklidir bilgisayarımda virüs vardır falan diye aktarma yapmama izin vermiyor. Neyse.
Roma güzel şehirdir. Paris'le kapışır ama çok daha güzel bir iklimi vardır o yüzden Paris'i geçer bile diyebilirim.
Çok uzun oldu. Çok boktan yazmış olabilirim çünkü Roma'yı anlatmak çok zor. İnanılmaz büyük bir şehri anca bu kadar anlatabilirim. Sanırım önümüzdeki yazıda Roma'yı ertelediğim gibi ertelediğim Verona'yı anlatacağım. 
Bi de gidecek yeni yerler de bulayım en iyisi.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Venedik

Venediklilerle Türkler baya yakınmış birbirlerine. Hatta genel olarak genetik araştırmalar sonucunda söylendiğine göre en yakın iki millet İtalyanlar ve Türklermiş. Bizden sonra en çok komplo teorisi üreten milletmiş İtalyanlar. Yani onların kızları da tribal.
Bu şehirde yemekler gerçekten güzel değil ama uğraşmadıklarından değil, yetenek yok adamlarda resmen. Dominosu koysan o da iş yapamaz gibi. Tek önerim her zaman olduğu gibi pizzadır. Zaten 1 haftada pizza makarna yemekten ciğerim hamur oldu. 
Çok güzel tarihi ayrıntılar vardır Venedikte. Mesela Osmanlı'daki Nurbanu Sultan Venedikliymiş ve bizim mısır çarşısının önündeki güvercinler ondan gelmeymiş. Kadın Venedik'ten Türkiye'ye güvercin getirtmiş abi. Zaten gidip görürseniz anlarsınız, kendinizi mısır çarşısının önünde hissedersiniz. 
Bu şehirde zamanında 100bin kişide 11bin fahişe oranı varmış, zaten kazanova da buradan gelmekte. Hani suç sadece adamda değil ve zamanında burada düzenlenen partilerde herkes maske takarmış, inanılmaz bir maske kültürü var adamlarda. 400 euroluk maskeler gördüm evrendeki bütün kuşların tüylerinden yapılma, elmaslar pırlantalar. Bokunu çıkarmışlar biraz.


Bu millet çok sigara içene Türk gibi sigara içiyosun kanka diyen bi millet. Bu şehirdeki o baktığınız aman bu ne dediğiniz gondolların tanesi 50bin euro ve 12 farklı ağaçtan yapılıyorlar. Bu şehir adalar üzerine kurulu ve işin en güzel tarafı da bu. Birkaç metrelik o köprülerle adalardan adalara yürüyerek geçiyorsunuz. Efsane bi şey. 


Bu şehrin ünlü olduğu bir diğer şey Murano camları. Gerçi cam üflemeyi de Türklerden öğrenmişler ama bizim her bokumuzu başkalarına kaptırma huyumuz burada da çıkmış ortaya, şimdi Venedikliler ünlü bununla. 
Camdan balonlar benim favorilerimden. 
San Marco meydanında bir çan kulesi vardır. Çok ilginç çalar. Örneğin saat 4 için bir kere 3.55te bir kere de 4.05'te çalması gerekir. Biri yaşlı bir adam heykeli tarafından çalınır, geçmiş zamanı simgeler; diğeri genç bir adam heykeli tarafından çalınır ve gelecek zamanı simgeler. 
Venedik'te ara sokaklarda kaybolmak Roma'da ya da ne bileyim Paris'te kaybolmak gibi değildir. Çok boş çok tenha ve karanlık sokakları vardır ve yolunuzu bulabileceğiniz hiçbir işaret yoktur. Bizdeki gibi aşağı yürü işte nasılsa denize ulaşırsın mantığı bu adamlarda geçerli değil.


Venedikte neredeyse her yer 8 gibi falan kapanıyor, o saatlerden sonra şehirde insan görmek zorlaşıyor. Ya da belki ben yağmurlu bir akşamına denk geldim diyedir ama bir iki kafenin garsonundan başka insan görmedim diyebilirim. Akşam yemeğinizi erken yemelisiniz bence ve San Marco meydanında açık bulduğunuz herhangi bi cafeye dalıp ısınmak için kahve falan içmelisiniz. Venedik güzel yer, ama dehşet soğuk arkadaş ya.




13 Mayıs 2013 Pazartesi

Sirmione

Sirmione İtalya'da küçücük bir kasabadır ama Avusturya başbakanın ne bileyim formula 1 pilotlarının saray yavrusu evlerinin olduğu bir yerdir. Bu kasaba da surlarla çevrilmiştir ancak Garda gölünün en güzel yerinde olduğu için dışarı da taşmıştır.
Benim için burası sims şeklinde kasabalar listemde 1.sıraya yerleşmiş bir yerdir. Çok ufaktır, kasabanın bir ucundan diğerine 15 dakikada yürürsünüz ama gerçekten görülmesi gerekir. Ufacık yere aşık oldum resmen.
Kasabanın girişi tam bir ortaçağ kalesini andırır, çevresinde bir hendek vardır ve asma köprüsü bile hala durur orada. Hayranlıkla izlediğim için girişinin fotoğrafını çekmedim, vikipediden çalıyorum;


Bu kaleden yapılmış kasabanın içi de girişi kadar güzel. Yollarında kafayı yersiniz, dondurmacıları ise bütün İtalya şehirlerinde olduğu gibi burada da efsanedir. Sanırım burada dünyanın en güzel makarnasını yedim, ki ben öğrenciyim haftada 150 öğün makarna yiyorum, her çeşit şeyi denemişimdir. 
Kasabanın meydanı gölün kıyısındadır ve bu gölde kuğular ördekler güvercinler her çeşit kanatlı hayvanı görebilirsiniz. 


Bu kasabanın insanları birazcık uyuzlar ama hayvanları çok cana yakın. Evet resmen hayvanlar cana yakın.


Annemin elinden çubuk kraker yiyen kuğuyu gerçekten hiç unutamam sanırım..
Sokakları daracık, kahveleri çok güzel ve aynı zamanda İtalya'nın geneline göre ucuz olan kasabada tam bir emekli olayım da sahil kasabasına yerleşeyim cinsinden. Kanalizasyon mazgallarından huzur ve sakinlik fışkırıyor resmen. Ha bu arada özellikle öneriyorum şu şehir merkezi fotoğrafında, merkeze çıkan sağ taraftaki sokakta tam merkezin dibinde bir cafe var, inanılmaz güzel kahve yapıyor yanında da şekerli kurabiye ikram ediyor. Amca bir harika, ayrıca kasabanın tamamındaki en cana yakın insan.




Söylemek istediğim bir diğer şey de şehrin tam giriş kapısının ilerisinde bulunan seyyar meyveciler. Bu insanlar o meyveleri cennetten mi bulmuşlar getirmişler bilemiyorum ama dünyanın en güzel çileğini, muzunu ne bileyim hindistan cevizini falan satıyorlar. Aman bu ne mikropludur bunlar demeyin, bir kap çilek alın onlardan. Suratıma renk geldi allah çarpsın daha önce yediklerim çilek değilmiş benim. Volendam'da yediğim çileğe bile 10 basardı. 
Beni Sirmione'de bırakıp gidebilirsiniz, neden yaptınız bunu demem. Büyük şehirleri gezmenin güzelliği ayrıdır ama bu tip kasabaları görmek bambaşkadır. Herkes Roma'ya Paris'e Londra'ya gider ama bu tip kasabalar saklıdır, GİDİN BENCE HANİ.



Pisa & San Gimignano & Siena

Toscano bölgesinin en çok gezilmesi gereken yerleridir bu 3 şehir. Birinden diğerine yol alırken Toscano'nun simgesi olmuş geniş gelincik tarlaları görürsünüz ki bence bu Pisa şehrinden daha güzel bir görüntüdür.
İçlerinde en çok San Gimignano'yu sevdim ama önce Pisa'dan başlayacağım. 
Pisa kulesi ile ünlüdür ve sadece kulenin adı Pisa sanılır ama aslında bu şehrin adıdır. Merkezinde mucizeler meydanı vardır ve aslında sadece burası görülmeye değer bir yerdir. Çok ufacık bir köy gibidir Pisa şehri. Bu Mucizeler meydanı'nda 3ü yanyana olmak üzere bir vaftizhane bir katedral ve çan kulesi bulunur. Bu çan kulesi işte o eğik olandır ve eğik olduğu için ünlü sanılır ama aslında dünyanın en önemli çan kulelerinden biridir çünkü Galileo bütün cisimlerin farklı ağırlıklarda olsalar da aynı fizik kuralı çerçevesinde aynı zamanda yere düştüklerini bu kulenin tepesinden aşağı farklı ağırlıklarda iki top atarak kanıtlamıştır. 




Kule yapıldığı tarihten itibaren güneye doğru eğilmeye başlamıştır çünkü zemin rezalettir. Çok yumuşak bir zeminde olduğu ve sürekli zeminde çökmeler yaşandığı için merkezden yaklaşık 4 metre kadar eğik durmaktadır ancak kulenin daha fazla eğilmesi geçtiğimiz 10 yılda falan yapılan bir projeyle engellenmiştir. Yeni mühendisler rocks. 
Mucizeler meydanı inanılmaz komik bir yerdir. Kadrajı pisa kulesine doğru çevirdiğinizde hepsi aynı pozu vermiş 15 20 kişi görebilirsiniz. Yavrularım hepsi de kuleyi tutmaya çalışırlar.
En çok şaşırdığım şey ise mucizeler meydanındaki katedralin içinden ilham alınan bir Harry Potter karakterinin olmasıdır. Bunun dünyada başka bir yerde eşi yoktur. Hipogrif.


Kulenin tepesine çıkmayı çok istedim, burası Floransadaki rezalet kuleye kıyasla daha kısaydı ve 294 merdivendi. Ama dediğim gibi yürümeyi bile beceremediğim için kulenin tepesine çıkamadım......
Buranın diğer bir komikliği türklere olan ilgidir. Mucizeler meydanının girişinde sağlı sollu onlarca Bangladeşli satıcı bulunur ve tezgahlarda hediyelik eşya satarlar. Bir tanesinin adı Mahmut'tur ve biraz engelli bir arkadaştır. Bizim Türklerde mazlumun yanında olmak gibi bir kavram da olduğu için herkes ondan alışveriş yapar. Bunu gören diğer bangladeşliler de türkleri gördüğü anda 'my name is Mahmut yaaa' demeye başlarlar, Türk bayrakları çekerler tezgahların tepelerine. Gerçekten çok sıcakkanlı insanların olduğu bir yerdir burası. İtalyandan çok Bangladeşli olduğundan olsa gerek.....


Şimdi gezi boyunca Roma'dan sonra en çok beğendiğim yere gelmek istiyorum; San Gimignano. 
San Gimignano ortaçağın Manhattan'ı denilen bir yerdir, Siena iline bağlıdır ve inanılmaz bir şekilde korunmuş dünyalar güzel bir ortaçağ kasabasıdır. Surlarla çevrilidir ve şehre giriş kapısı tektir. Devasa bir kapıdan daracık sokaklı kasabaya girersiniz. O kadar kenarda köşede kalmış bir yerdir ki giderken telefonum çekmiyordu bile. Şehir 14.yy'da nasılsa hala öyledir. Unesco tarafından dünya mirası sayılmaktadır ve tekrar söylüyorum öyle inanılmaz bir şekilde korunmuştur ki gözlerim doldu. Yine kendi kendime yaşlı teyze tribine girdim, bizim ülkemizde neler var biz hiç korumuyoruz diye üzüldüm.
19 kulesi vardır buranın ve şaraplarıyla ünlüdür. O daracık sokaklarda nerden baksan 50 tane şarap dükkanı vardır ve hepsi de şarapları tattırmaya baya heveslidir. Ufacık kasabayı gezerken kafa olabilirsiniz. 




Kasabanın merkezi şu son fotoğraftadır ve şimdi işin en güzel yerine geldi; bu kasabada bir dondurmacı vardır tam şuan son fotoğrafta baktığınız yere sırtınızı verdiğinizde gördüğünüz yerdir iki kere dünya dondurma şampiyonu olmuştur. DONDORİ GELATERİA. O götüm kadar yerde bir dondurma yapıyolar aklım şaştı böyle bir güzellik olamaz. Bir muzlu dondurma yedim, ben hayatımda tadı öyle olan muz yememiştim siz düşünün. Buradaki dondurmadan sonra dondurmalara küstüm, hele algidaya nasıl tripliyim. Meydanın yarısına kadar uzanan da bir kuyruğu vardır -allahın emri tabiki öyle bir güzellik için- ama beklemeye kesinlikle değer. 

Toscano bölgesinin bir diğer ili de Siena'dır. Siena il olmasına rağmen hiç şehir gibi değildir ve inanılmaz değişik adetleri olan bir yerdir. Şehir -yine- surlarla çevrilmiştir ve -yine- şehre devasa bir kapıdan girersiniz. Bu şehirde 17 tane mahalle vardır ve her birinin kendine özel renkleri ve hayvan simgeleri bulunur. Mesela bir mahallenin rengi sarı kırmızıdır ve hayvanı sümüklüböcektir, diğer bir mahallenin rengi ise sarı lavicerttir ve hayvanı tospağadır. Adamlar Fenerbahçe ile Galatasaray'ı bilmedikleri için böyle hayvanlar seçmişler tabiki. Türkler gelse bassa iki mahallede adam kalmaz yemin ediyorum. Asıl troll noktası genel olarak şehrin renginin siyah beyaz olmasıdır. Eğer beşiktaşlı olsaydım bu olay üzerinden baya prim yapmıştım. Ama tabiki tospağa rocks!!! 
Bu şehrin değişik geleneklerinden biri de her yıl 15 16 ağustos civarında düzenlenen at yarışlarıdır ve tabiki ailecek tospağa mahallesini tutuyoruz. Bu yarış Siena'nın simgesi gibidir ve her sene kurayla seçilen 11 mahalle katılır. Yarışın olduğu ay boyunca mahallelere devasa uzunlukta masalar kurulur ve her mahalleli o ay boyunca tüm öğle ve akşam yemeklerini sokaklarda mahallelerindeki diğer insanlarla birlikte yer. Tam 1980 İstanbul mahalle kültürü.......
Meydan şöyledir;
 


At yarışları bu meydanın çevresinde düzenlenir ve hiç rastlamadım ama baya televizyonlarda falan yayınlanan bir olaymış bu. Yarışın yapılacağı zaman şehre araba girişi bile kapatılıyor düşünün. Adamlar geleneklerine bağlılar. 
Şehir meydanı olan bu alan Piaza del Campo'dur ve bütün güzel restoranları bu meydanda bulunur, orada bir pizza yemişim varya midem hala bayram havasında. 
Meydandaki iç bükey tuğla alan Meryem'in pelerinini simgelemektedir ve şehrin ortaçağ manzarasıyla inanılmaz güzel uyumludur. Bu şehir de San Gimignano gibi Unesco Dünya Mirası listesindedir ve aynı San Gimignano gibi daracık sokakları vardır. Nasıl araba geçiyor oralardan, nasıl trafik olmuyor benim gibi İstanbulda hayatının yarısını trafikte geçirmiş insanlar için anlaması gerçekten çok zor.


Toscano bölgesi gerçekten tarih kokar ve benim gibi kültür gezisi manyakları için, vay amk insanlar bunları o zamanlarda nasıl yapmışlar diyenler için gezilmesi gereken bir yerdir.

Floransa

Ah Floransa. Senin allah belanı versin Floransa. Niye allah belanı versin dediğime de gelicem mal Floransa. Daha yeni yeni kendime geliyorum anasını satıyım.
Floransa kuzey İtalyadaki toscano bölgesinin merkezidir. Ki söylemem lazım, toscano bölgesi dedikleri yer komple muhteşem bi yer. İtalya ayrıca rönesansın doğduğu şehirdir. Bu yüzden müzeye falan girmenize gerek yok, Floransa açık hava müzesi gibi bir yer.
Floransanın bütün meydanlarını tek tek yürüyerek gezdim. Şehirde girmediğim sokak, kaybolmadığım yer kalmadı ama gitmek istediğim yere de hep ulaştım. Şehir merkezi aslında birbirine çok yakın meydanlardan oluştuğu için gezmesi çok kolay. Çok derli toplu bir şehir Floransa. Hani bizim gibi bi meydanı Taksim bi meydanı Kadıköy şeklinde değil.
Şehrin içinden Arno Nehri geçer ve aslında tüm gezilmesi gereken meydanlar nehrin bir yakasında bulunur, karşıya geçmenize pek gerek yoktur.
Şimdi niye allah belanı versin Floransa...
Floransanın en ünlü meydanlarından biri olan Duomo meydanında gotik mimarisinin en allah bence bu dedirten bir katedrali vardır. Santa maria del fiore olarak da bilinir o katedral ve şöyledir;


O solda gördüğünüz kule toplam 414 basamaktır VE BEN ORAYA ÇIKTIM. Çıkmasıyla inmesiyle tam 828. Eğer günün birinde Floransaya giderseniz ve kapalı mekanlardan hoşlanmıyorsanız ki hoşlanıyorsanız da farketmez günün birinde bu şehre giderseniz o daracık merdivenli 414 basamaklı tepesinden bakınca binadan başka bir şeyin görünmediği o kuleye ÇIKMAYIN. Camiye gitmediğim kadar katedral gezdim diye allah belamı verdi işte. 3 gün kendime gelemedim yemin ediyorum. Romatizmalılar gibi böyle ufacık rampaları olan yerlerde bile birilerine tutunma ihtiyacı, merdiven inip çıkamama sorunu. Lanet rezalet o kule tez zamanda yıkılsın.


Doğruya doğru çok güzel şehir. Ama o kule beni öldürdü yemin ediyorum. En kötüsü de Floransa'nın geziceğim ilk şehir olmasıydı. Gittiğim diğer her yerde ağlaya ağlaya yürüdüm resmen.
Floransa'da bir meydan var; Piazza della Signoria. Açık hava müzesidir bu meydan, bir sürü adamın heykelleriyle doludur ki bu heykeller parmak boğumlarına kadar muhteşemlikle yapılmıştır. Meydanda Neptün havuzu ve Neptün heykeli vardır ki efsanedir. İnsanlar kendilerinin 3 katı heykel yapmışlar helal olsun. Burası akşamlar en büyük etkinliklerin olduğu, Uffizi müzesine ve Arno nehrine doğru giden yolda karşınıza çıkacak bir meydandır. Eğer bu meydadaki devasa şehir kapısına arkanızı verir dümdüz yürürseniz chanelden sonra devam eden sokakta ilk sağdan girerseniz Gabriello adında şu dünyada yiyebilceğiniz en güzel lazanyayı yapan yere varırsınız. Öğle akşam gece günde 3 kere gittim orda lazanya yedim bir allah var yani o lazanya tesadüf eseri yapılmış olamaz dedirtiyor insana.
Bir diğer meydanı Piazza della Repubblica'dır ve bu meydan yine devasa kapısının girişinde o renkli atlıkarıncasıyla çok güzeldir. Bana en çok yardımı dokunan meydandır. Zira en yorgun olduğum saniyede bulduğum taksi durağıyla birincidir kalbimde. Heh öyle bi sorun da var. İtalya'da taksileri yoldan çeviremiyosun öyle. Durağına gitmen gerekiyor. Memlekete bak lükse bak sen.


Ve gelelim İtalya'nın dondurma kültürüne. Hani burda bir top iki top insan gibi yersiniz ama orda iki top kültürü kafam kadar demek. Hiç abartmıyorum Cem Yılmaz demiş ya hani, kuş palazı oldum. Bitmedi dondurma. Bir güzel dondurma yapıyolar allam kelimeler kifayetsiz;


Bir karış dondurma lan. Bir karış dondurma mı olur. Bitiremedim. Zaten İtalya'da öyle dondurma yedim öyle öküz gibi dondurma verdiler ki uzun bi süre dondurma yiyemem heralde. Öneriyorum; tiramisulu dondurma. YİYİN ONU.
Floransa hakkında diğer bir şey ise, mağazalar burada çok erken kapanır. 7 buçuk 8 gibi gezicek yer bulamazsınız. Kafelerde çürüdüm zaten. Kahve içmekten ciğerim soldu. Bir de adamlar çok uyuzlar, bizim esnaf gibi değil tabi türk sıcakkanlılığı falan peeh yalan. İçtiğin şey bittiği anda yeni bi şey söylemezsen resmen kovuyolar seni. Göte bak sen.
Floransa'nın simgesi haline gelmiş bir yer daha vardır ki bu eski köprüleridir. -Sanat tarihi hocası mode on- 14.yüzyılda yapılmıştır ve kapalı bi köprüdür ki avrupada o köprünün benzeri yoktur. Uffizi ile Pitti sarayını birbirine bağlar ve köprü üzerinde kuyumcudan başka bi şey yoktur. Kendimi İstanbul'da gibi hissettiğim tek yerdir burası.


Burada gezilmesi gereken ve kesinlikle insanı OHA dedirten bir diğer yer de Galleria Academia'dır. Burada Michelangelo'nun amatör ve ustalık eserleri bulunur, orjinal Davud heykeli de buna dahildir. EFSANEDİR. 
Geldim en hayret verici kısmına. Floransa'da Duomo meydanın biraz aşağısında Roma Katolik mezhebinin ufak bir kilisesi vardır; Kutsal Haç Kilisesi. Burası Michelangelo, Galileo, Machiavelli, Rafaello ve bunun dışında 250ye yakın ünlü insanın mezarının olduğu yerdir. Tarih yatıyor o ufacık yerde tarih. En ilginci de katolik mezhebinin ufak ancak Françeskan mezhebinin en geniş kilisesi olmasıdır. O kadar çok mezhep varki işin içinde ben karıştırıyorum zaten artık. Birbirlerini kapsayanlar mı dersiniz, birbirinden nefret edenler mi. 
Kısaca Floransa, lazanyaları ve dondurmalarıyla, bulunamayan taksi duraklarıyla, geceleri duvarlara yansıtılan bale gösterileriyle, 414 basamaklı o lanet kulesiyle güzel bir yerdir. Rönesansın merkezi olmasının da büyük etkisi vardır, toscano bölgesinin merkezi olmasının da. 



12 Mart 2013 Salı

Köln

Köln hakkında bahsetmek istediğim ilk şey gördüğünüz anda aklınıza uyuz olduğunuz birinin geleceği ve muhtemelen 'işte bu da sana girsin' diyeceğiniz (sanat tarihi öğretmeni mode on) yapımı 632 (OHA) yıl sürmüş olan gotik tarzdaki katedraldir. Efendim katedralimizin adı Dom katedrali ve Kuzey Avrupa'daki en yüksek katedraldir. İki kulenin uzunluğu tam 152 metredir (sanat tarihi öğretmeni mode off) ve bu yüzden dediğim gibi katedrali gördüğünüz anda aklınıza uyuz olduğunuz birileri gelir.





Bence bu katedral hakkındaki en komik şey sürekli kirlenen dış cephenin temizlenme işlemidir. Zira bi tarafını temizlerken diğer taraf çoktan kirlenmeye başlamış olur ve sanırım bu yüzden bu katedrali kulelerine yapılmış temizleme alanları olmadan görmeniz çok zordur. 
İçerisi dışarısından çok daha büyüleyicidir. Kocaman bir o meşhur katedral piyanolarından ve 'evime ben de bunlardan yaptırıcam yoksa bu böyle olmayacak' dedirten vitraylarından vardır. Ama bence bu katedralin insanı en çok etkileyen tarafı içinizde ufacık bir umut olsa da inanarak yaktığınız mumları koyduğunuz koccaman özel alanıdır. 
O mumların ışıkları birleşince her şeyden daha güzel görülür, inandığınız bir şeyler yoksa da o an için inanasınız gelir. Farklı dinden olsalar da bu kadar insanı birleştiren noktaların güzelliğine hayran kalırsınız.


Bu muhteşem katedralden çıkıyorum yoksa burada sabahlarım ben, Köln'de gördüğüm diğer şeylere gelelim.
Bir gotik katedrale yakışır olmak istediklerinden olsa gerek; şehir neredeyse küçük dillerine bile piercing taktıracak kadar gotik tiplerle dolu. Bütün gençlik sırtlarında bir çanta, su koyulması için yapılmış yere de en hafifinden tekila attırmış gezmekteydi. Benim gördüğüm kadarıyla Köln gençliği biraz uçuk, biraz manyak, biraz NAPTINIZ ABİ SİZ YA. 
Bunun dışında size Köln'de önerebileceğim çok güzel şeyler var. Kesinlikle bavyera kremalı donut mu desem ne desem bilemedim şeylerinden yemeniz lazım. Onu yemeden dönmeyin, dönerseniz de gözüme gözükmeyin. Almanya zaten bu tip kalori bombası şeyleriyle meşhur oldu benim gözümde.
Köln, yaz aylarında bile olsa soğuk bir şehirdir. O yüzden giderken benim gibi şortla mortla gitmeye kalkmayın. O Alman gençliğine de bakmayın, adamlar su gibi tekila içiyorlar. Tabiki de üşümeyecekler. 
Şimdi şehir yaz aylarında bile soğuktur ama enteresan olan Almanya'nın en büyük şenliklerinden biri olan Köln karnavalının 11.ayda gerçekleşiyor olmasıdır. Nasıl götleri donmadan eğleniyorlar, helal olsun kardeşlerime. 
Bu karnaval 11.ayın 11.gününde saat 11:11'de başlar ve baya uzun sürer. Sonra şubat ayına kadar ara verilir ve şubat ayında tekrar başlar. Sanırım ne kadar tekilayla yaşasalar da adamlar aralık ve ocakta evlerinden çıkamıyorlar. 
Sanat severler için de çok güzel bir yerdir Köln. ArtCologne denilen bir etkinlikleri vardır ve baharda düzenlenen bu etkinlik dünyanın en eski sanat fuarıdır. Yani bence siz baharda gidin buraya, ben göremedim. YİNE HÜZÜNLENDİM YA. 
Bu şehir müze gezmeyi sevenler için muhteşemdir çünkü çok sayıda müzesi vardır. 2 gün kaldım ama inatla bütün müzeleri gezdim diyebilirim. Hani müzenin tam açılış saatinde en önde olan sapık turist vardır ya, işte o benim. 
Son bir Köln manzarasıyla bu şehirden de uzaklaşıp bulunduğumuz yere dönüyoruz maalesef. 


Not: Şehir gerçekten götümü dondurduğu için çok süper gezdim, çok fotoğraf çektim diyemem. Diğerlerine nazaran daha kısa bir yazı olmasını tamamen şehrin soğukluğuna borçluyum. Özürler, kusura bakmayınlar. 

2 Mart 2013 Cumartesi

Paris

Paris'i anlatmayı o kadar çok erteledim ki size anlatamam. Ama bu kadar işsizken sanırım artık yazmaya başlamanın vakti geldi.
Paris'e geldiğim ilk dakikalarda hava dehşet soğuk ve karanlıktı ama kulaklarımdan bile mutluluk akıyordu o yüzden üzerimdeki dünya incesi tshirtle bile hiç umursamadan gezdim sokaklarını. Metrolarında kayboldum, önüme çıkan her turkish kebapçısına dalıp yol sordum ama her istediğimi yaptım. Notre-dame'de mum diktim -verdiğim mum paralarıyla adamlar zengindi biraz daha zengin oldu-, sacre coeur'e çıktım, louvre'u talan ettim, çiftlenmiş iki piramidi gördüm.
Önce size kaldığım otelden louvre'a giderken çektiklerimi anlatmak istiyorum. Bilginiz olsun diye söylüyorum Fransızlar uyuzluğuna İngilizce konuşmuyor efsanesi kesinlikle yalan. Adamlar katiyen İngilizce konuşmayı bilmiyorlar. Yani otelde çalışanlardan gördüm ben bunu, o yüzden kaynağınız bendeniz, sağlamdır rahat olun.
Bu benim metrolarda yol bulmaya çalışırken yaşadığımı size anlatmanın en kolay yolu olacak sanırım. Bakın;



Yağmur yağmış, converselerim su içinde, -ah evet en büyük ve belki de dinlemenizi en çok istediğim önerim şimdikidir; benim gibi gezmeyi çok seviyorsanız ve tek amacınız şehrin sokaklarında yürümekse eğer, yürüyüş ayakkabısı alın. Supergalarla Converselerle olmuyor o iş- saçlarım yapışmış, dünyanın en alakasız şeylerini üst üste giymişim ama ben Louvre'u bulucam ifadesini suratımdan okuyabilirsiniz. Nitekim buldum da. Ama bizim gibi metro kavramı gelişmemiş insanlar için 13 hatlık Paris metrosu tam bir işkencedir, belirteyim. O metroların 3 ayrı çıkışı vardır ve nasıl becermişler bilmiyorum ama yanyana olan iki tane çıkış kapısı bile şehrin tamamen farklı yerlerine açılıyor. Hayır bir yaradanın varlığını sorguladım resmen ben o metro çıkışlarında. Eğer kaybolduğunuzu düşünüyorsanız da gördüğünüz ilk dönerciye girin, onların hepsi Türk. Yardım etmek konusunda üstlerine yok. Zaten o illet Fransız halkından sonra bizim dönerciler melek melek.
Louvre'a geldiğimde yaşadığım o büyülenmeyi size burada ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım pek başaramayacağım ama Louvre, benim ömrü hayatımda gördüğüm en etkileyici yerlerden biriydi. Bütün Paris sokaklarından geçen Gül çizgisi'nin cam piramidimden de -nasıl sahipleniyorum- geçtiğini görmek hayran halime biraz daha hayranlık kattı. Orası müze değildi, orası dünyanın en güzel sarayıydı ben size söyleyeyim. 
Yağmur yağıyordu, şeker olsam erimiştim ama ben yine de oraya gittim!





Müzeye kesinlikle yakışmayan halimle hiç umursamadan gezdim orayı, Mona Lisa'yı da gördüm. Yalnız söylemek istediğim bir diğer şey; kendisi bile bir tarihi eser olan Louvre Müzesi'nde Mona Lisa'ya varana kadar daha bir ton tarihi eser olduğu gerçeği. Belki de o kadar abartılmasından olsa gerek, Mona Lisa beni pek etkilemedi, zaten küçücük olan tabloya 1 metre uzaktan bakmak zorundasın, pek bir şey anlamıyorsun gördüğünden. 
Orada neler neler vardı....


Müze her daim küçük bir akmar pasajı havasında, her daim kalabalık. Bir de bu müzeye gelip aşağı katındaki starbucksta oturan kesim var ki ettiğim küfürler gerçek hislerimi anlatmada tamamen yetersiz. Louvre'dan çıkıp Sacre Couer'e doğru yol almaya başlayalım. Dünyanın en güzel tepesi olmaya adaydır burası, bütün Paris ayaklarınızın altındadır ama asıl görmeniz gereken şeyi, Eyfel'i göremezsiniz. Burada size yiyebileceğiniz en güzel çikolatalı krepleri sunarlar ve kesinlikle dünyalar şekeri küçük restoranları olan bir yerdir, yazının sonlarına doğru size restoranlar konusunda bir önerim olacak o da doğrudur ama ne bileyim, bence orada bir pizza yemeden geçmeyin. 
Bu restoranlarda en çok hoşuma giden şey sokağa doğru bakan sandalyeleri olan masalar oldu. Adamlar bölgenin o kadar güzel olduğunun öylesine farkına varmışlar ki turistleri çekmek için her çeşit şeyi yapmışlar. 




Buradan hızlıca çıkıp Eyfel'e doğru yol almak istiyorum. Eyfel büyük ihtimalle karşılaşabileceğiniz en heybetli yapılardan biridir. Bilgi vermek gerekirse bu yapı aslında Fransızlar'ın 'bizim çok demirimiz var' demek için yaptıkları ve yapımından bir süre sonra kaldırılması planlanmış olan bir yapıdır. Ancak Fransızlar çok sevmişler, çok bağırlarına basmışlar ki Eyfel bundan yıllar yıllar sonra dünyanın en çok turist çeken yapılarından biri haline gelmiştir. Zaten öyle bir manzarayı barındıran bir yapının bu kadar popüler olması hiç de şaşılacak bir durum değil, yani şu manzaraya ve şu yapıya bir bakar mısınız nolur?



Eyfel'den başka anlatmak istediğim ve en sona sakladığım için uzun uzun bahsedeceğim Notre Dame Katedrali'ne geldi sıra. Buraya girmek için tam bir Fenerbahçe-Galatasaray derbi maçı biletleri kuyruğu gibi bir kuyruğun en dibindeki kişinin beklediği süre kadar bekledim ama değdi. Orayı gerçekten insanların planlamış olması çok enteresan çünkü Notre Dame Katedrali insanüstü bir yapıdır benim görüşüme göre. 
Notre Dame, Meryem Ana'ya ithafen yapılmış heybetli bir katedraldir ve Paris'in bütün diğer heybetli yapıları gibi Seine Nehri'nin kıyısında bulunur. Burası Gotik mimarinin en güzide örneklerinden biridir ve Roma başpiskoposluğuna evsahipliği yapar. Bu katedral, bu muhteşem yer -bak yine kendime hakim olamıyorum- Paris şehir planlamacıları tarafından 19.yüzyıl zamanlarında yıkılmak istenmiştir ancak bu binayı en az benim kadar seven çok sevgili Victor Hugo, halkın buraya ilgisini çekebilmek için hepimizin de çok iyi bildiği Notre Dame'in Kamburu isimli romanı yazmıştır. Bu roman halkın bu katedrale daha çok ısınmasına ve yıkılmasını engellemesine neden olmuştur. Zaten bu katedrali yıkmaya çalışanı henüz doğmamış olsam bile öldürürdüm, öyle diyeyim. Çok acayip ciddi bir şekilde anlattığımın farkındayım ama bahsedilen şey Notre Dame olunca ister istemez bir sanat tarihi öğretmeni havasına bürünüyorum, kusura bakmayacaksınız artık. 
Notre Dame'in gül penceresi pek ünlüdür ve inanılmaz renkleriyle aklınızı başınızdan alır. Yani almayanını ben henüz tanımadım. Tanımak da istemiyorum. İçeriden gül penceresi şöyle görünür;


Şimdi bu muhteşem yapının diğer fotoğraflarına gelelim; YİNE SANAT TARİHİ HOCASI OLDUM. 






Notre Dame katedrali hakkında bin sayfalık yazı falan yazabilirim, ama sizin de bir can sıkıntısı noktanız var sanıyorum ki, o yüzden bu kadar yeter buraya dizdiğim övgüler. Paris konusunda belirtilmesi gereken diğer kısımlara geldik şimdi. 
Paris inanılmaz pahalı ve bizim gibi liseyi fikirtepede okumuş millet için çok acayip uçuk bir şehirdir. O yüzden eğer benim gibi sınırlı bir bütçeyle Paris'e geldiyseniz yemek yemek için sakın restoranları seçmeyin. Belki kendinize şehri de ne güzel gezdim arkadaş demek için bir seferlik ödül olarak bir yemek ısmarlayabilirsiniz ama benim hayat kurtaran önerim şudur ki, karşınıza çıkan ilk migros tipli süpermarketten alabildiğiniz kadar tost ekmeği, kaşar, salam, nutella alın ve bütün gün yaptığınız sandviçlerden yiyin. Sonuçta buraya yemek yemeye değil, gezmeye geldiniz. 
Paris konusunda bir diğer önerim ise benim gibi temmuzun ortasında gitmiş bile olsanız yanınıza mutlaka bir iki polar almanız yönünde. Zira benim götüm dondu o şehirde arkadaşlar, temmuzun 15.de bile deli bir yağmur, deli bir soğuk. Benim gibi 'amaaaan bu ne lan bu meteoroloji yanlış ölçmüş' derseniz zatürre olur dönersiniz. 
Paris'i güzel gezin ve bir diğer önerim Champs Elysee'de sokakta 5 euro'ya isminizi değişik şekillerde yazan insanlara isminizi yazdırın. Bakın hele 'Deniz' nasıl oldu demek isterdim ama şuan duvarımda olan o yazının fotoğrafını çekmeye ve buraya atmaya o kadar üşendim ki, anlatamam. 
Kısaca tekrar söylüyorum, Paris'i güzel gezin. Orası bunu en çok hakeden yerlerden biridir.